Elbette ki New York’un Kıbrıs toplum liderlerini ilk kez misafir edişi değil bu…
New York’un Long Island bölgesindeki Greentree’deki BM sosyal tesisleri bile ikinci kez ev sahipliği yapıyor Kıbrıs görüşmelerine…
Bu son olacak mı peki?
Hiç de öyle görünmüyor ama hadi gelin biz şimdilik iyimser olmaya çalışalım…
Çoğu kişi unutmuştur ama, hadi gelin şöyle kısa bir seyahat yapalım Kıbrıs görüşmelerinde.
İlk görüşme Kıbrıs meselesinin iki devi, müteveffa Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf Denktaş ile Glafkos Klerides arasında 1968’de Beyrut’da gerçekleşti.
1973’de neredeyse anlaşmaya ulaşıldı. Kıbrıs Türkleri Rumların anayasal darbesine “evet” demeleri karşılığında bazı ileri azınlık hakları ve bir anlamda “muhtariyet” kazanacaklardı. Kesinlikle eleştirmiyorum; o zaman sadece o kadarı yapılabilmişti. İmdada Başpiskopos Makaryos yetişti. “Hedef enosis, bu anlaşma ona set vurur” dedi papaz, yırttı attı Denktaş-Klerides mutabakatını.
Yıllar sonra bir sohbette Denktaş “İyi ki de öyle oldu… İyi ki Papaz o anlaşmayı yırttı attı” demişti…
Sonra? Malum, Rum tarafında darbe ve arkasından Barış Harekatı ve kendi bölgesinde özgürlüğü tattı Kıbrıs Türk toplumu… Toplumdan halk olmaya doğru bir süreç başladı.
1962’de Makaryos rahmetli Dr. Fadıl Küçük’e meşhur 13 maddelik anayasa tadil önerilerini yaparken de, 1973’de “muhtariyet” anlaşmasını yırtıp atarken de, 1974 harekat sonrası birinci ve ikinci Cenevre görüşmelerinde tüm çözüm önerilerine “Hayır” derken de Rum tarafının aklında hep aynı konu vardı: Kıbrıs adasının sahibi biziz; Kıbrıs Türkleri 500 yıllık misafir; günü geldiğinde ya gidecekler ya yok edilecekler… Asla onlarla eşitlik tanınmayacak, asla egemenlik ve yönetim paylaşımı “eşitler arası” yapılmayacak…
Demetris Hristofyas yoldaşın da karın ağrısı aynı bugün…
Belki de ilk 1986’da gerçek anlamda bir çözüm umuduna yakınlaştı ada… Dönemin BM Genel Sekreteri Javier Pérez de Cuéllar o meşhur “Cuéllar belgesi”ni önerdi. Rahmetli Denktaş Rum tarafının kabulü halinde belgeyi kabul edeceğini açıkladı. Dönemin Rum lideri Spiros Kiprianu reddetti.
Nedense kimse Rumlar uzlaşmaz falan demedi.
Sonra, 1994’de bir kez daha umutlar yeşerdi. Önce güven artırıcı önlemler paketi geldi… Maraş’ın Rumların yerleşimine açılmasına karşın Lefkoşa havaalanının BM gözetiminde ortak kullanıma açılması, Gazimağosa limanının seyrüsefere açılması (sanki kapalıymış gibi) önerildi. Denktaş “Kabul ederiz” dedi, Rum tarafı “KKTC tanınır” korkusuyla reddetti. Sonra meşhur ve dönemin genel sekreteri Boutros-Boutros Ghali’nin adıyla anılan “Fikirler Dizisi” ortaya çıktı.
Denktaş 100 maddelik önerinin 97 maddesini kabul edebileceğini, üç maddeyi ise tartışmak istediğini söyledi. Dönemin kurnaz Rum lideri Klerides (aynı Klerides 1993’de Lahey’de Annan Planı’nı Denktaş imzalamayı reddedince “imzalasaydı ben reddedecektim” diye mantalitesini açık etmişti) “Türk tarafı kabul ederse ben de kabul ederim” deyip ayrıca genel sekreterin köprü önerilerini de görüşmeyi reddetmiş ve nasıl olmuşsa büyük bir başarıyla paketin çökmesinin suçunu Denktaş’a yükleyivermişti.
İşte Denktaş’ın “Mr Hayır” lakabı ondan sonra ortaya çıktı…
Daha sonra Annan Planı sürecinde ada çözüme yakınlaşabildi. Herkes o dönemde yaşananları, ne olduğunu hatırlamaktadır herhalde… Nihayette referandum sürecinde Rumlar reddetti ve ABüyeliğiyle ödüllendirildi, Türk tarafı kabul etti, dışlandı,izolasyonlar devam etti ama (ne işe yaradıysa, salaklık derecesine yaklaşan bir teslimiyet ruhuyla) “barış için elini uzatmaya devam etti”…
Eeee? Sonra?
Sonrası malum, Rum tarafının “reddeden taraf” damgasını silmesine yardım ettik, uluslararası arenada aklanmalarına katkı verdik.
Çapraz oy falan gibi kurnazlıklarla Kıbrıs’ta her daim AKEl ile CTP’nin hakim olacakları bir düzen kurmaya kalkıldı…
Ve Kıbrıs Türk halkı “Yetti gari” deyip “teslimiyet” siyasetine nokta koydu, Denktaş’ın ve siyasetinin haklılığını teslim etti. Nitekim geçen hafta cenaze töreni de bu durumu bir kez daha net bir şekilde ortaya koydu.
Pazar günü iki “toplum lideri” ve görüşme heyetleri BM’nin Greentree sosyal tesislerine kapandılar. Pazartesi günü de BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ve ekibi onlara katılacak. Sonra bizim saatle Çarşamba günü öğleye kadar hem doğrudan hem de dolaylı görüşmeler sürecek. Hedef, Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’na göre “cebimizde çok taraflı toplantının tarihi ile Lefkoşa’ya dönmek” Rum tarafına göre ise bu vartayı bir şekilde atlatmak.
Niye?
Çünkü bu sürecin en başından beri Rum tarafının ya yeri dar ya da yeni… Sayın Kudret Özersay “yen de açarlar yen de” dese de, 50 yıldan fazladır bu sorunda Rum tarafı hep şımartıldı, arkası sıvandı, Türk tarafına da hep üvey evlat muamelesi yapıldı.
Rumlar devlet, Türk halkı ise o devletten hak talep eden azınlık algısı olduğu sürece bu işlerden bir sonuç çıkmayacaktır.
Kısaca, tango için iki kişi yetmez, iki kişinin de arzulu olması gerekir… Durum budur. Kerhen barış, kerhen çözüm olmaz… Rumlar istemiyor…
Dolayısıyla, biz daha çoook gideriz New York’a, Greentree’ye veya başka yerlere…
Çözüm mü? Tek yolu var…
Gerek Türkiye’nin gerekse KKTC’nin dünyada eşi görülmemiş “Aman ha Kıbrıs Türk devletini tanımayın” telkinine son vermeliyiz. Ancak tanınmayı talep ederek, uluslararası camiada haklı yerimizi alarak ve Kıbrıs Rum devleti ile eşitler arası bir Kıbrıs çözüm süreci başlatarak çözüm bulabiliriz.
Gerisi hikaye… Bu tango bitmez…
DENKTAŞ VE BASIN HÜRRİYETİ
Değerli dostum, Türkiye’nin yetiştirdiği güzide diplomatlardan, eski milletvekili Onur Öymen bir anısını paylaştı geçen günlerde.
Basın hürriyetine rahmetli Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf Denktaş’ın hem de taa 1957’lerde verdiği önemin altını çizen ibretlik bir anekdot idi bu ve değerli okurlarımla paylaşmayı görev bildim. Onur Öymen’in anlattığı şekliyle iletiyorum.
“Büyük devlet adamı Rauf Denktaş'ın ölümünden sonra onun hakkında çok şey söylendi ama demokrasiye ve özgürlüklere bağlılığı konusuna pek değinilmedi. Denktaş KKTC'yi insanların özgürce yaşadığı demokratik bir ülke olarak kurdu. Türkiye'de bu alanda yaşanan sıkıntılardan kaygı duyuyordu. 4 Mayıs 2011 tarihinde Kıbrıs Türk Gazeteciler Birliğinde düzenlenen bir toplantıda Türkiye’deki gazeteci tutuklamalarına değinerek, ‘Her gün Mustafa Balbay’ın köşesinde tutuklanmasının kaçıncı günü olduğunun yazıldığını, bunları gördükçe uykularının kaçtığını’ söylemişti. Denktaş şunları da ifade etmişti:
‘Türkiye’de basın özgürlüğü vardır demek için hakikaten yüzümüzün kızarmaması lazım. Basın özgürlüğü yoktur ve aleyhe olan ne varsa, kim varsa, aşağı yukarı susturulmuştur, susturulmak üzere içeri alınmıştır.’
Denktaş, 1957’de Türkiye’de Menderes hükümetinin gazetecileri benzer bir şekilde sürekli hapse attığını hatırlatarak şöyle dedi:
‘O günlerde benim Menderes’le bir irtibatım yok ama dayanamadım kendisine bir mektup yazdım. Dedim ki ‘efendim bizde, yani İngiliz kolonisinde basın eğer birine hakaret etmişse bu bir sivil davadır, ‘zem ve kadih’ denilen, şahsiyete girme davasıdır, bu tazminatla hallolunur, kimse hapse atılmaz. İngiltere’de ve dünyanın birçok yerinde böyledir. Gelen diplomatlar çok acı sözler söylüyorlar Türkiye’m hakkında, bu bizi üzüyor vs. diye boyumdan çok büyük laflar ettim. Menderes tabi cevap vermedi, ne yaptı bilemem ama o acı durumu Türkiye’nin yeniden yaşaması bizi ciddi şekilde üzmektedir. Gazeteci olarak tutuklamadık diyorlar, e ne olarak aldınız? Ne zaman belli olacak? O da belli değil. 5 seneye kadar içeride tutulabilirler, neden tutuklandıkları belli olsun, mahkemeye çıkıp çıkmayacakları anlaşılsın diye… Zannedersem bunlar hepimize acı veren şeylerdir ve özellikle böyle bir günde eğer bunları konuşamazsak, o zaman hakikaten hiçbir özgürlük kalmamış demektir. Bunları söyleme ihtiyacı duydum.’
Denktaş, Kıbrıs Türk basınının da bugünkünden daha özgür çalışmasını diledi ve ekledi ‘Ama zem ve kadih meselesine dikkat edin. Yani yalan, yanlış, atalım çamuru da izi kalsın diye yazı yazmayınız, halkın rahat etmesi için doğruyu yazınız, doğrular yazıldığında daha da güzel netice alırsınız’ dedi.
Denktaş’ın sözleri bunlar. Umarım ki, onun naaşının arkasından saygıyla yürüyenler bu görüşlerine ve öğütlerine de saygı duyarlar ve Türkiye'de basının özgürleştirilmesi için KKTC'yi örnek alırlar. Bazen büyük devletlerin de küçük devletlerden alacakları dersler vardır.”