Londra Anıları… (1)

Bugüne dek dünyayı dolaşan ben, nedense İngiltere’ye gitmedim. Hatta gitmek aklımın ucundan bile geçmedi.

Bugüne dek dünyayı dolaşan ben, nedense İngiltere’ye gitmedim. Hatta gitmek aklımın ucundan bile geçmedi. Nereleri görmek istersiniz, tarzı sorularda adı geçmedi… Zaman zaman bunun şakasını bile yaptım: “ Londra mı? Kim bilir bir gün çok özel bir durum için gideceğim herhalde.”derdim. Gerçekten öyle de oldu.
Aynı şey, Bodrum için de geçerli… Öyle enteresan ki! Ne zaman orayı görmeye niyetlendiysem olmadı bir türlü… Burnunun dibine kadar gittim ama oraya gidemedim. İnanıyorum ki, çoook özel bir gidiş olacak… Bakalım ne zaman?
Geçen yıl Ankara’da yaşayan oğlum, eşini de alarak İngiltere’ye gitti. İşi gereği Londra’da yaşıyorlar, Yaşamlarından son derece memnunlar: Alın size beyin göçü… İngiltere, insana değer veren bir ülke… Yasalarını koymuş, düzenini kurmuş, tıkır tıkır işleyen dev bir düzenek adeta… Siz de dünyanın neresinden giderseniz gidin, bunlara uygun davrandığınız sürece sorun yok.
Vize konusunda bazı sıkıntılar yaşadım ben de… Başvurum önce reddedildi. Ardından kabul aldım. Düşünün ki gezmeye gideceğinize inanmalılar; ayrıca ülkenize geri döneceğinizin garantisini de vermelisiniz. Son derece mantıklı. Adamlar kaçak işçilerle, göçle başlarını ağrıtmak istemiyorlar, haklı olarak…
Elde olmayan nedenlerle gidişim şubat ayına kaldı. Zararı yok, sonunda çocuklarımı ve yaşadıkları ülkeyi göreceğim ya bu bana yeter… Son güne kadar heyecan sıfır noktasında; ama o gece biraz heyecanlıyım. Sabah Duygu ( gelinim) beni alana bırakacak. Girne’den yola çıkıyorum, gecikmemek için arabayı anayolda uygun bir yere bırakıp onun arabasıyla hava alanına gideceğiz. Dakik bir insanım. Zamanı doğru kullanmayı severim. Buluşuyoruz, valizimi telaşla onun arabasına atıp alana varıyoruz. İşlemler çabucak tamamlanıyor, içerdeyim.
EYVAH! TELEFONUM YOK…

Bir masaya yerleşiyorum. Tost ve çay alıyorum, telefonumu kapatmalıyım. O da ne! Telefonum yok… Arıyorum, şaka gibi ama yok. Arabadan inerken koltuğun üzerinde unuttuğumu anlıyorum. Zaman yok… Kendi kendime “ Eskiden cep telefonu mu vardı, yine dünyanın öbür ucuna gidiyordun.” Diyorum ve sakinleşiyorum. Oğluma bildirmem gerek. Kafedeki kızdan rica ediyorum, neyse ki telefon numarası ezberimde… Arıyorum “Abine bildir de merak etmesin, ben bir yolunu bulup onları ararım, seni de… “diyorum. Ben sakinim ama o panikliyor belli ki!
Tostumu yiyip çayımı içerken arkamdan biri sarılıyor “Hocam! ” diyerek… Bakıyorum DAÜ’den Vedat Yorucu (TMKdan öğrencimdi.) Eşi Sazkia, çocukları Stefaan ve Suzy ile İstanbul’a tatile gidiyorlar. Masalarına davet ediyorlar. Hoşbeş ediyoruz. Ardından telefonumu unuttuğumu anlatıyorum. Merak etmeyin İstanbul’a varınca ararız, diyorlar. Aslında merak etmiyorum, nasılsa birini bulurdum, rica ederdim.
Rahat bir yolculuk sonrası İstanbul’dayız. Yolculuğun en ilginç yanı pilotumuzun KADIN olması… O kadar mutlu oluyorum ki bu konuda hostesleri sorguya çekiyorum. Bir kadın olarak gurur duyuyorum. Keşke çantamda bir kitabım olsaydı, ona imzalayıp verirdim.
Daha servis otobüsündeyken Batu’yu arıyorum, iyiyim, abisine haber versin, diyorum. Transit yolcu olarak Vedatlardan ayrılıyorum. Biraz alışveriş yapmalı. Çantamda hediyeler var ama oğluma çikolata alıyorum. Pek fazla zamanım yok. Biniş kapısına yürüyorum. Kalabalık bir kuyruk var.
MERHABA AYTEN…

Önümde dalgalı uzun siyah saçlı, kahverengi gözlü, incecik dal gibi, yirmi beş yaşlarında bir genç kız duruyor. Heyecanlı görünüyor. Sırf konuşmuş olmak için, siz de Londra’ya gidiyorsunuz ama İstanbul’dan katılıyorsunuz galiba, diyorum. Hayır, Ankara’dan geldim, diyor. Tanışıyoruz, adı Ayten… Bir şirkette muhasebecilik yapıyor ve İngiltere’ye hatta yurt dışına ilk çıkışı… Oturuyoruz, sohbet etmek için zamanımız var.
Çok sade, içten ve güler yüzlü bir genç kız. Aslen Kayserili… Ona oğlumdan, gelinimden söz ediyorum. Bir problem olursa çözebileceğimizi anlatıyorum, sadece yanımdan ayrılmasın, diyorum. Çok seviniyor, rahatlıyor. Siz bir melek olmalısınız, diyor, gökten yardımıma gelen… Ne güzel! Dünyanın öbür ucuna gidebilirim, bu güzel sözlerden sonra…
UÇAKTA…

Kocaman bir uçak… A ve B salonları var, Ayten’le ayrı bölümlerdeyiz ama çıkışta buluşmak için sözleşiyoruz. Önce çıkan bekleyecek. Pilot bilgi veriyor. Dört saat on dakika uçacakmışız. Kendime bakıyorum Londra çok soğuk dedikleri için lahana gibi giyinmişim. Dik yakalı kalın bir kazak… Kalın bir kot ve içi tüylü beyaz botlar… Tam kar kıyafeti anlayacağınız…
İki kişilik koltuklardayız. Yerdeki halı ve koltukların turkuaz rengi içimi açıyor. Kendimi su dolu bir havuzda zannediyorum. Benim mutluluk renklerimden biridir turkuaz…
Yanımda oturan maviş gözlü, beyaz tenli, iri yarı bir İngiliz… Yarım kollu bir tişörtle oturuyor, hiç de üşümüş gibi durmuyor. Ona baktıkça sıcaklıyorum. Önce yeleğimi çıkarıyorum. Ardından ayağımdaki botların içindeki ikinci çorap çıkıyor. Neyse şimdi rahatım. Biraz dergi karıştırıyorum, bulmaca çözüyorum. Dile kolay üç buçuk- dört saatlik yol… İngiliz yolcu çoktan uykuya daldı, horluyor bile… Aslında uykum var ama uyuyamam. Yine de gözlerimi kapatıyorum.
Yolculuğun bir buçuk saati geçmiş bile… Rotamız sık sık hatırlatılıyor. Minik televizyondan saati öğreniyorum. Çünkü telefon var diye artık saat de takmıyorum. Telefon yok, saat de yok elbette…
Derken nefis bir yemek geliyor: Somon balık, püre, haşlanmış sebze, humus, ezme ve tatlı olarak da krema… Yanında bir de beyaz şarap içiyorum. Fransız: Chardonnay… Karnım doyuyor, üstüne de bir kahve içince biraz kestiriyorum galiba… Başım düşüyor…
İniyoruz, anonsu ile canlanıyorum. Uçağa binerken o kadar baktığım halde Kıbrıslı hiç tanıdık bir yüz bulamıyorum. Elbette bu kış kıyamette kim Londra’ya gider ki? Çıkışta Ayten’i bulmalıyım. Kalın paltoma sarınıp çıkıyorum. Neyse ki Ayten beni bekliyor. Uzun yol ikimizi de yormuş. Düşünün yanınızdakilerle on santimlik bir mesafede saatlerce oturuyorsunuz.
NİHAYET LONDRA’DAYIZ…

Ayten’in biraz İngilizcesi var, ben anlıyorum ama basit cevaplardan başka bir şey söyleyemem. Önemli de değil. Korkum yok. Nasılsa derdimi anlatırım. Pasaport kuyruğundayız. Ben birine, o diğerine gidiyor. Genç, mavi gözlü bir kız… Kaç günlüğüne geldiğimi soruyor, oğlumu soruyor, gülümseyerek geç, işareti yapıyor. Tamam… Ayten’i bekliyorum. Onda da sıkıntı yok, oysa o korkuyordu. Haydi diyorum. Neyse ki alan çok kalabalık değil. Valizim orada, alıyorum. Onunki yanındaydı zaten… Etrafına hiç bakma, bizim gümrüklü eşyamız yok, doğru yürü, diyorum. Kimse nereye demiyor. Hemen çıkıyoruz.
Seda’yı arıyoruz. Anneciğim, dışarıda sizi bekliyoruz diyor. Ayten’in arkadaşı İpek yoksa onu otele biz götürürüz, diyorum. Neyse gerek kalmıyor, İpek de bekleyenler arasında… Barçın’la Seda ellerinde pembe güller ve zambaklardan oluşan kocaman bir çiçek buketiyle karşımdalar… Onları ağustostan beri görmedim. Ne kadar özlediğimi o an daha iyi anlıyorum. Ayten’le tanıştırıyorum. Ona Seda’nın numarasını veriyoruz. Başı sıkışırsa mutlaka bizi arasın, diye…
Park yerine yürüyoruz. O kadar mutluyum ki! Abi kardeş benim için çok endişelenmişler. Ben yıllardır o kadar ülke gezdim ki! Yine de benim için endişelenmeleri hoşuma gidiyor… Biz anne- babalar çocuklarımızın da bizi düşünmelerini gönülden arzularız.
EVDEYİZ…
Puslu, sisli bir Londra akşamı… Sokak lambaları yanıyor. Hava bana göre çok soğuk… Tam da tarif ettikleri gibi… Neden buraları görmek istemediğim kafama dank ediyor…
Her Kıbrıslının geçmiş hikayelerinde bir Londra vardır: Hasret kalınan, özlenen, orada yaşamak zorunda kalınan ZOR hikayeler… Anne- babaya hasret zamanlar, toplumuna yabancılaşma, zorunlu ayrılıklar… Uzak bir ülke… Ben farkında olmadan etkilenmişim, acısını yüreğimde duymuşum ve o yüzden istememişim… İşte şimdi ben de yaşanan hikayelerden birinin içinde yer alıyorum. Çocuklara belli etmiyorum ama gözlerim doluyor, burnumun direği sızlıyor… Ben bundan sonraki zamanlarda hep onlara hasret yaşayacağım. Demek ben de şimdi gerçek Kıbrıslı oldum…
Aslında onlar, yıllardır Ankara’daydılar ama sanki oradayken onlara ulaşmak daha kolaydı. Görüntülü konuşmaları istemedim bu yüzden. Çoook uzaklarda olduklarını bilmemek adına… Hala da istemiyorum. Yüzlerinde bir üzüntü görsem, suratları asık olsa uykularım kaçar, huzursuz olurum. Seslerini duymak yeter bana…
Havaalanı çocuklarımın evine yakın… On beş yirmi dakika sonra evdeyiz. Onlar Richmond’ta oturuyorlar. Yol boyunca yemyeşil ormanlar, tertemiz caddeler, iki katlı otobüsler görüyorum. Derken nehir kenarından eve dönüyoruz. Sokağa girince iki ya da üç katlı bitişik evler görüyorum. Ya beyaz ya da kırmızı tuğlalı… Binalar bakımlı ama nüfus kağıtları bayağı eskiyi gösteriyor. Barok stili süslü, oymalı, minik heykelli, kıvrımlı yaprak ve çiçek süslemeleri… Kapı ve pencere modelleri çok sevimli… Fener şeklinde lambalar asılı kapı girişlerinde… Gözüme masaldan fırlamış gibi görünüyorlar.
Evleri, üçüncü katta çok sevimli, minicik bir daire… Halı kaplı merdivenler, tahta olduğundan her adımda esniyor, gıcırdıyor. Tahta trabzanlara tutuna tutuna çıkmak hoşuma gidiyor. Galiba çocukluğumun geçtiği evi hatırlatıyor bana… Evlerine bayılıyorum. Her şey az ama yerli yerinde. Minik kaplarda çiçekler var. Neredeyse on üç saattir yollardayım. Çok yorgunum… Hafif bir şeyler yiyip yatıyorum… Neyse ki yarın hafta sonu…
HAFTA SONU…

Sabah güneş merhaba, diyerek uyandırıyor beni… Bir seviniyorum ki sormayın. Oh! Burada da güneş yüzünü gösterirmiş… Bir ağacın dalında şakıyan kuşun sesini dinliyorum. Bir sincap karşı evin penceresine tırmanıyor. Onu saatlerce izleyebilirim. Aslında onlar çöpleri dağıtıyor ve aralık pencerelerden içeri girip koltukları kemiriyormuş. Olsun… Yakınıma gelsin diye dört gözle bekliyorum. Kocaman kuyruğunu sevmek zevkli olabilir… Karşı evlerde kimsenin perdesi kapanmıyor, bizimki de… Zaten Kıbrıs’ta da biz pek perde kapatmayız ya…
Meraklı çocuklar gibi pencereden dışarısını gözlüyorum. Ara sokak olduğundan trafik gürültüsü yok. Hafta sonu diye arabalar yolun iki tarafında park halinde. Bir anne kahvaltı hazırlıyor. Yaşlı bir beyefendi pencere önünde gazete okuyor. Sıkıca giyinmiş bir baba, bebek arabasında çocuğunu gezdiriyor. Bir köpek gezdiricisi, tasmasından tuttuğu üç köpekle nehre doğru yürüyor. Görüntüler bana sanki bir romanın sayfalarını çeviriyormuşum hissini veriyor. Öyle ya hayatlar da birer roman sanki…
Pencere önündeki yemek masasına oturup notlar alıyorum, düne ait… Yazmazsam çabucak unuturum.
Çocuklarımla güzel bir kahvaltıdan sonra evden çıkıyoruz. Bugün satın almak istedikleri evlerden iki tanesini göreceğiz. Güneş var ama hava çok soğuk… Şimdi gündüz gözüyle çevreyi daha iyi görüyorum. Her taraf çok temiz. Yollar bakımlı. Gürültü yok. Trafik kurallarına herkes harfi harfine uyuyor. Hafta sonu pek trafik de yok.
Londra’nın güney batısına doğru yol alıyoruz. Büyük şehirlerde olduğu gibi, mesafeler uzak. İşine yakın ve iyi semtler tercih ediyor oğlum. Evin kullanılış şekli de eşinden sorulur. Seda, mutfak konusunda titiz haklı olarak.
Buralarda çevre düzenlemesi çok mükemmel. Kocaman bahçeler içinde villalar var. Spor tesislerine rastlıyoruz. Yürüyüş yolları insanın içini açıyor. Gördüğümüz evlerden biri belki de 150 yıllık… İki katlı, biraz irice bir bahçesi var. Fazla yıpranmış ve masraf istiyor. Ama ev eskidikçe değeri artıyor. Yaşlı bir karı koca bizi karşılıyor, elbette kapıyı emlakçı çalıyor. Duvarlardaki yağlı boya tablolar ilgimi çekiyor. Bir de bu havada ışıklar saçarak yanan şömine… Burada hemen her evde şömine var. Aslında kış uzun… Sanırım odun sıkıntısı da yok. Benzincide bile paketlenmiş odunlar gördüm.
Diğer evi görmeye gidiyoruz. Bu üç katlı. Pembe halı döşeli, şömineli, ancak mutfağı dar uzun… Bir de kapı hemen yola açılıyor. Özellikle çatı katı kocaman bir oda… Banyoya varıncaya kadar her yerde asılı resimler beni cezp ediyor. Onlar evi inceliyor ben de evlerin döşenişini… Onları gördükçe daha iyi anlıyorum ki, benim evim İngilizvari tarzda döşeli… Rahatlığı ve şirinliği ön planda bir ev… Bizdeki en küçük ev, burada büyük sayılır. Ama fiyatlar çok yüksek…
Ev işine bugünlük nokta koyuyoruz ve şehre doğru yola çıkıyoruz. Önce eve uğruyoruz, daha kalın bir şeyler giymeliyiz. Bir şehri yürüyerek görebiliriz ne de olsa… Arabayı bırakıp şehir merkezine trenle gidiyoruz. Bana göre kalabalık ama iş günleri çok daha kalabalık olurmuş. Trenler çok temiz, bakımlı… İnsanlar saygılı, kalkıp yer veren gençler var.
Yemek yiyip bir alışveriş merkezine dalıyoruz. Amacımız çarşı pazarı şöyle bir görmek… Şehir oldukça kalabalık. Duraklarda sıra halinde bekleyen insanlar gayet sabırlı… Caddeler son derece temiz. O kalabalığa göre gürültü çok az… Ünlü markaların hemen hepsi burada var. Dikkatimi çeken bir başka konu da, bitkisel ve doğal ürün mağazalarının fazlalığı… Ben de birkaç tane bitkisel krem alıyorum. Alışverişi bir kenara bırakıp şehri gezmeye başlıyoruz.
TRAFALGAR MEYDANI VE BİG BEN

Her ülkede nehirler oraya hayat verir. Times nehri de Londra’ya hayat veriyor. Şehir onun kenarına kurulmuş. Her adımda bir köprüye rastlıyorsunuz doğal olarak. Geniş bir yatakta, yeşilimsi bir su akıyor. İnsana deniz ferahlığı veriyor. Martılar uçuyor, deniz yarım saat ötede çünkü… Sakin akan bölümlerinde kuğular, kazlar ve ördekler keyifle yüzüyor… Kıyıları da olabildiğince yeşil…
Önce TRAFALGAR MEYDANIna geliyoruz. Kocaman havuzu, ışıklar içindeki hali ve insan kalabalığı ilgimi çekiyor, bir de kocaman heykel… Burası dünyanın her yerinden gelmiş turistlerle dolup taşıyor. Kapanmadan önce MİLLİ MÜZEyi gezmeliyiz. Harika eserler var. Hayran olmamak elde değil. Elbette ben pek çok ülkede neredeyse yüzlerce müze gezdim. Olsun her müze, o ulusu tanımanızı sağlıyor. Dikkat ediyorum, görevliler çok nazik. Bence güler yüzlü… Bir şey istediğimde hiç hayırla karşılaşmadım. Çok sempatik davranıyorlar. Sanırım onlar beni İngiliz zannediyorlar.
Müze çıkışı BİG BEN’i uzaktan görüyoruz, ışıl ışıl… Yanına gitmeliyiz. Kocaman bir katedral yapısında bir bina, yanında da kocaman bir saat…
BİG BEN, bana hep Osman TÜRKAY’ı hatırlatır. O, şiirlerinde BİG BEN’i anlatır. Bir de onu yıllar önce ziyarete gelen bir arkadaşımdan dinlediklerim hatırımda kalmış. Kule gibi, döne döne çıkılan minicik bir daire… Penceresinden BİG Benin ışıkları görünen…
Arada pazar gibi bir yere giriyoruz. Küçük tezgahlarda incik boncuk satılıyor. Sevgililer günü yaklaştığından her yer kalplerle süslü… Vitrinler de göz kamaştırıyor. Şirin bir kafede kahve molası veriyoruz. Çok kalabalık. Neyse kalkan oluyor, beklemeden oturuyoruz. Bu soğukta sıcak bir şeyler içmek harika oluyor.
Bu kadar yürümek hiç bana göre değil. Çabuk yoruluyorum, üşüyorum da… Eve dönüyoruz. Ev sıcaklığına bayılıyorum. Gün boyu anlatacaklarımız bitmiyor, loş ışıkta tatlı tatlı sohbetlerimiz devam ediyor. Kıbrıs haberleri bitmek bilmiyor.
Elime Elif Şafak’ın ŞEMSPARE kitabın alıyorum. Kapak dizaynı harika! Rengarenk şemsiyeler asılmış bir eski sokak görüntüsü… İçinde köşe yazılarından seçkiler yer alıyor. Londra’yı anlattığı bölümleri seçerek okuyorum önce…
Bir sürü kitapla geldim buraya… Birkaç sayfa sonra uykuya dalıyorum.
GÜNLERDEN PAZAR…

Bu gün dünkü hava yok. Uyandığımda havanın kapalı olduğunu görüyorum. Derken yağmur başlıyor. Önce hafiften sonra hızlanarak… Pencereye küçük tıkırtılar halinde vuruyor. Elimde ev dekorasyon dergileri var. Derken tekrar dalıyorum.
Çocukların sesine uyanıyorum. Giyiniyoruz, evin yakınındaki bir kafeye gidiyoruz. Bu sabah kahvaltımızı küçük bir Fransız kafesinde yapacağız… Sıcacık ve kalabalık bir mekan… Yok yok… Ne istersen seçip yiyorsun. Keyfime diyecek yok. Karnım doyunca arkama yaslanıp çayımı yudumluyorum. Çevremi inceliyorum. Yan masada iki çocuklu bir aile… Büyük oğlan kız kardeşinin patateslerinden aşırıyor. Yaşlı bir çift tatlı tatlı sohbet ediyor. Belli ki yeni sevgililer neredeyse kucak kucağa … Herkes pazar gününün keyfini çıkarıyor.
Kafeye yakın bir semt pazarı var. Oraya bakıyoruz. İngiliz porseleni çay fincanları var. Oğlum, ister misin, diyor. Bende daha güzelleri var, diyorum. Eve dönerken şirin evlerin önünden geçiyoruz. Caddeyle bir pencerelerde yer minderleri, çiçekler ve içerde yanan şömine…
Burada gün daha erken bitiyor sanki… Kapalı havalarda biz de de böyledir ya…
SİRK DE SOLEİL…

Her gün geziyoruz. Nehir kenarında yürüyüş yapıyoruz. Dün indiğimizde heykelli havuzun suyu donmuştu. Sincaplar kediler gibi etrafta rahatça dolaşıyor. Bisiklet süren çocuklar, bebek arabalarında bebekler… Nehirdeki ördek ve kuğuları ellerindeki poşetlerdeki ekmeklerle doyuran yaşlılar...
Bir sabah da Richmond Parkına gidiyoruz, geyikleri görmeye… İnanılır gibi değil… Yüzlerce geyik, yavrularıyla bir arada… Kimse dokunmuyor, kimse rahatsız etmiyor… Kendilerine ayrılmış alanda mutlu mutlu yaşıyorlar…
Her defasında başka bir ülkenin mutfağından yiyoruz. Bu akşam günlerden salı… Biz bu akşam ROYAL ALBERT HALL’da dünyaca ünlü SİRK DE SOLEİL’in gösterisine gideceğiz. Oğlum çok önceden biletlerimizi almış.
Burası 1871 yılında Kraliçenin , halk tarafından çok sevilen eşi adına yapılmış görkemli bir bina, görkemli bir salon… Seda yol boyuca bana İngiliz tarihi ve kraliyet ailesine ait bilgiler veriyor.
Salon gerçekten muhteşem… Gösteri için kocaman yuvarlak bir sahne, tavan yüksekliği 41 metre. Tavan süslemeleri inanılmaz mükemmel bir işçilik taşıyor. Seyirci yerleri beş kat… Biz en tepedeyiz. Herhalde 35 metre filan yüksekteyiz. Bir öykü düzeniyle başlıyor gösteri… Uçurtma uçuran bir çocuk bir masal dünyası kapısından içeri girer gibi…
Gösteriler şaşılacak derecede inanılmaz… Güç gösterileri, cambazlıklar, müzikler… Sislerin arasından ilerleyen bir gemi… Güvertesinde müzik yapanlar… Birbirinden süslü elbiseler içinde akrobatlar, yükseklerde takla atanlar, bir salıncaktan diğerine atlayanlar… Salondan yükselen çığlıklar…
Bir ara fareli köyün kavalcısı çıkıyor ortaya, fareleriyle… Masalsı… Işıl ışıl… Üşenmeyip sayıyorum sahneye selam vermek için çıktıklarında… Tamı tamına 65 kişi… Bir o kadar da sahne gerisinde olmalı…
Bazı şeyler anlatılmıyor, görmek lazım gerçekten… Haftaya sizlere OPERADAKİ HAYALET müzikalini anlatacağım. Sevgiyle kalın…
Bu haber 3036 defa okunmuştur

:

:

:

: