Birinci Dünya Harbi felaketinden kısa bir süre sonra Galip Devletler Rauf Orbay’ın imzaladığı Mondros Mütarekesine dayanarak Anadolu’da istedikleri her yeri işgale başladılar. Durum o kadar umutsuzdu ki bir büyük devletin mandasına sığınmak, bir çok yurtseverin gözünde, tek kurtuluş çaresi olarak görülür oldu.
Bu gün o görüşte olanları eleştirmek moda haline gelmiştir. Kanımızca bu tam anlamıyla cahillik ve insafsızlıktır. Tarihi olayları veya o olayların aktörlerini eleştirmeden önce o olayların yer aldığı yerleri zamanları ve ortamları iyice incelemek ve öğrenmek gerekir. Ardarda üç büyük yenilgiyi ve üç büyük felaketi yaşayan insanların hiç bir şey olmamış gibi davranmaları düşünülemez. Osmanlı Birinci Dünya Harbine Alman Ordusunun gücüne güvenerek girmişti.I9I8 de İstanbul’da ve Anadolu’nun her yerinde çalım satarak dolaşanlar ,işte o yenilmez sanılan Alman Ordusunu perişan edip dağıtan ülkelerin asker ve subaylarıydı.
Limasol I9 Mayıs Lisesinde tarih hocamız, babam gibi sevdiğim ve beni kendi evladı gibi gören Sn.Kemal Durmuş’tu. Onun şu sözünü hiç unutamam: ”Aklın yönlendirmediği cesaret insanları da, ulusları da felakete sürüklemekten başka bir işe yaramaz.”
İbrahim Alaettin Gövsa “Unutma” adlı şiirinde şöyle der:
“Tüfek yoktu, süngü yoktu, top yoktu”
Aslında eksik söylemiş. Bence bu listeyi kat kat uzatmak mümkün: Ekmek yoktu.. İlaç yoktu.. Doktor yoktu.. Veteriner yoktu.. Çarık yoktu.. üniforma yoktu.. Ordunun nakliye aracı olan atlara, eşeklere, katırlara gem yoktu.. Nal yoktu .. Eğer yoktu.. Semer yoktu.. Yem yoktu!
Fakat asıl önemlisi ülkenin başkenti olan İstanbul’da duruma çare arayan ve gelecek
için plan yapan bir hükümet yoktu.
Tek çalışan, gelecek için plan yapan tek kurum başında Albay İsmet Bey’in bulunduğu Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı)Müsteşarlığıydı.
İngilizler şöyle der: ”Great minds think alike.”Bu deyişi şu şekilde tercüme etmek yanlış olmaz: “Dahiler aynı şekilde düşünürler.”
İstanbul ve devlet kademesinin üst tabakaları mağlubiyetin şokunu mütarekenin verdiği uyuşukluğu yaşıyorken, Padişah, çevresi ve Türk sosyetesinin hemen hemen tüm üst kademesi “şahsi mefaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle...”çakıştırmağa çalışıyorken genç Müsteşar mensubu olduğu ordunun geleceğini düşünüyordu. Galip devletlerin ordunun küçültülmesini isteyecekleri kesindi. Peki bu durumda ne yapılabilirdi? Herkesin görebildiği ama Takdir-i İlahi olarak kabul ettiği ve tevekkülle önünde boyun eğdiği bu durum için genç Müsteşarın bulduğu çare şuydu: Halihazırda ordunun personel sayısı zaten az, fakat tümen sayısı fazlaydı. Savaş zamanında bir zaaf olan bu durum o sırada bir avantaj olarak kullanılabilirdi. Eğer yeni ordu mevcutları az fakat sayıları fazla tümenlerden oluşturulabilirse bu tümenler birer eğitim ocağına dönüştürülebilir ve gerektiğinde bir seferberlik ordusunun çekirdeğini oluşturabilirlerdi.
İsmet Bey o planladığı orduyu kuramadı. Vahdettin hükümetlerinin o taraklarda bezleri yoktu. Ama öyle bir ordu Almanya’da ,İsmet Bey gibi askeri bir deha olan General Von Seekt tarafından kurulu. Hitler Amerika’ya harp ilan edipte Almanya’nın idam fermanını imzalayana kadar savaştığı her cephede dünyanın hayranlığını kazanan Alman Ordusunun gerçek mimarı General Von Seekt’tir.
İsmet Bey yeni ordunun planlarını hazırlıyorken İstanbul’daki düşünen her yurtseverin tek endişesi ülkenin geleceğiydi. Artık herkes imparatorluğun sona erdiğinin farkındaydı. Tek endişe bu enkazdan yeni bir Türkiye çıkartabilmekti. O günkü olanaklar göz önüne alındığında bu hedefe varabilmenin tek yolu güçlü bir ülkenin dostluğu ve himayesinden geçiyordu. İyi de bu ülke hangi ülke olmalıydı? Daha doğrusu hangi ülke olabilirdi?
İngiltere eski dostumuzdu. Kıbrıs’ı alırken Ruslara karşı toprak bütünlüğümüzü korumağı garanti etmişti. Eğer Abdülhamit’in aklı erse de bu garantiyi sadece Ruslara karşı değil de her düşmana karşı isteseydi durum değişir miydi bilinmez.
Fakat artık bu sadece teorik bir soruydu. İngiltere ile aramıza kan girmişti.İngiliz politikacılarına göre eğer biz Almanların yanında yer almasaydık savaş bu kadar uzamayacaktı .Bu kadar kan dökülmeyecekti.
İngiltere için geçerli olan olumsuz nedenler onun müttefikleri olan Fransa ve İtalya için de geçerliydi. Fakat Amerika için değildi. Evet savaşta ayrı saflardaydık ama birbirimize karşı savaş halinde değildik. Her iki ülke de birbirlerine karşı harp ilan etmemişlerdi. Bu yüzden özellikle İttihat ve Terakki karşıtı olan çevrelerde İngiliz sempatizanları çoktu. Padişah ve çevresi de bu sempatiyi paylaşanlar arasındaydılar.
Birinci Dünya Harbinden hemen sonra kurulan Milletler Cemiyeti veya o zamanki adıyla, Cemiyet-i Akvam, mağlup ülkelerin sömürgelerini “geçici” kaydıyla, galip devletlerin yönetimine vermişti. Bu yönetimler, bu eski sömürgeleri “kendi kendilerini idare edebilecek yeteneğe kavuşana kadar idare ve himaye etmekle mükelleftiler. O günler için yeni olan bu sisteme “Manda Yönetimi” veya “Mandaterlik” deniliyordu. Doğrusu istenirse bu sistemin ne olduğunu ve nasıl işleyeceğini bilen yoktu.
Manda sistemini icat edenlerin de bu konuda bir fikri yoktu. Mandaterlik sözde Milletler Cemiyeti adına alınıyordu fakat o kuruluşun bu oluşumları, bırakınız denetleyecek, etkili bir şekilde izleyecek bir alt kuruluşu yoktu.
Manda sistemini herkes kendi kafasına ve konumuna göre yorumluyordu.
Genel kanı şöyleydi:”Biz kendi kendimizi idare etmeği beceremiyoruz. Daha dün bizden ayrılan Bulgaristan, Sırbistan gibi ülkeler çok kısa bir sürede bizi fersah fersah geçtiler. Artık hayallere yer yok. Bugünden sonra tek yapabileceğimiz şey, belli bir süre için, büyük bir devletin mandasına sığınmaktır. yoksa elimizde kalanı da kaybedeceğiz.”
Yani ortada sadece iki alternatif görülüyordu: Ya manda ya da toptan yok oluş.
Erzurum ve Sivas Kongrelerin de Mustafa kemal Paşa’nın Mandacılığa karşı aldığı tavrı bilmeyen yoktur. Fakat şurası pek bilinmez: İstanbul’dayken o da Manda konusunda Kafa yormuştur. Hatta bir ara İngiliz Mandasının olabilirliliğini de incelemiştir.
Birçok Atatürkçü bu gerçeği onun bir zaafı gibi görmüş ve onlarca yıl saklamağa çalışmıştır. Halbuki bu onun için eksi değil tam tersine artı bir puandır. Ünlü Amerikan generali Mc Arthur şöyle der: “Gerçek asker savaştan nefret eder.” Atatürk gerçek bir askerdi. Hem de gerçek askerlerin en büyüğü. Onun tüm alternatifleri iyice düşünmeden, hesaplamadan savaşa karar vermemesi onun zaafının değil, yüceliğinin delilidir.