16 Kasım tarihinde güneye geçmek isteyen Kıbrıs Türk soydaşlarımıza Rum gençler tarafından saldırılar olması ne ilk ne son olacaktır. Hele de kısa tarihimize baktığımızda kapılar açılmasına denk düşen 24 Nisan 2003’ten bu yana belli aralıklar ile sivil vatandaşlarımıza ve hatta siyasi kimliği üst düzey olan seçilmişlerimize karşı yaşanan saldırılar olduğunu hepimiz biliyoruz. Kültürel miras yerlerimizin harap edilmesi, Türk mallarının istimlak edilmesine hiç değinmek istemiyorum. Ancak fiziksel saldırı ve tahrikler son derece önemli ve hassasiyetle üzerinde durulması gereken konulardır. Zira bu yapı bu şekilde devam etmesi olası bir anlaşmada yeni bir çatışma ortamının doğmasına zemin hazırlayabilecek boyuttadır. Esasında güneyde eğitim sisteminden devlet politikasına ve hatta siyasi liderlikler ile kilisenin tutumu “anti-işgal ve Türk düşmanlığı” söylemlerinden sıyrılmadıkça ki bu da uzun bir süreci gerektirir, bir arada yaşamak Kıbrıs Türkleri açısından pek güvenli olmayacaktır. İşte bu noktada garantiler sisteminin önemi yeniden karşımıza çıkmaktadır.
Tüm bu yaşanan üzücü ancak düşündürücü olaylar gerisinde, Rumların devamlı surette Yunanistan ile birlikte adada varılması arzulanan çözümde “garantiler sisteminin ortadan kaldırılması gerektiği” yönündeki talepleri son derece dikkate alınması gereken bir konudur. Bugünkü yazımda garanti andlaşması çerçevesinde bahsedilen çözüm modelleri ışığında bir değerlendirme yapmak istiyorum. Ancak öncesinde hukuki bağlamda Garantilerin statüsüne bakmak fayda sağlayacaktır.
Bilindiği üzere, Kıbrıs müzakere sürecinde sıklıkla karşılaşılan GKRY tezlerinden biri de Lefkoşa Antlaşmaları olarak tarihe geçen 17 antlaşmadan belki de en önemlisi Garanti andlaşmasını kaldırma girişimidir. Her şeyden evvel “Kıbrıs Cumhuriyeti” anayasası ilk olarak “Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasına dair andlaşma, İttifak Andlaşması ve Garanti Andlaşmasına bağlı olarak oluşturulmuş anayasanın hukuksal statüsünü belirtmesi ile farklı bir statüye sahiptir. Yetkileri kısıtlı devlet modeli olmasına rağmen temeli iki toplum eşit egemenliği üzerine kurulu bu devletin güvencesi ise Garanti andlaşması temelinde oluşturulmuştur. Nitekim, “Kuruluş andlaşmasının 7. Maddesinin 2. Bendi ile anayasanın 181.maddesi de değiştirilmeyecek hükümler içerisinde yer almıştır. Anılan hükümlere göre, Zürih andlaşmasında kabul edilen birtakım temel hükümlerin değiştirilmesi söz konusu edilmeyecektir. Bu temel hükümler arasında özellikle Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı yardımcısının durumu(anayasanın 1. Mad), Kıbrıs Cumhuriyetinin resmi dilleri(anayasanın mad3/1-2), gibi konulardan 1960 İttifak ve Garanti Andlaşmalarının anayasal güçte olduğunu gösteren 181.madde hükümlerine kadar birçok hüküm yer almıştır”(Pazarcı, 1998). Dolayısıyla bu hükümler fundamental yani değiştirilmesi mümkün olmayan maddelerdir. “Zürih ve Londra Antlaşmaları ise ulusal bir devlet değil , iki uluslu bir devlet yaratma amacı kabul gördüğü” belirtilmektedir(Zyphern,1965). Bu bağlamda, “Garanti antlaşması ise ulusal grup hakkının teminatı” olarak değerlendirilmektedir (Tzermias,1960). Bu önem, “Garanti anlaşmasının ve bu paralelde anayasanın iradesi, devletin bir ulusal grubun çıkarlarının temsilcisi olmasının engellenmesi” açısından gelmektedir(Arsava, 2004).
Esasında garanti andlaşmalarının feshi yönündeki Rum talebi Güvenlik Konseyi 1963 senesinde gündeme getirilmiştir. Ne düşündürücüdür ki 1963 senesinden beri baş gösteren bu talep bugün artarak devam eder konumdadır. Oysa uluslar arası hukuk “garanti antlaşması gibi sürekli bir karaktere sahip bir andlaşmanın tek taraflı feshinin mümkün olmadığını bunun tarafların uzlaşması ile olabileceğini ortaya koymaktadır”(Zietschman,1938). Zira, Garanti antlaşması sadece adadaki iki halkın güvencesini teminat altına almakla kalmaz , ayrıca taraf ülkelerin uluslar arası çıkarlarını da korur. Bu bağlamda, Türk-Yunan ilişkilerinde kurulan Lozan dengesinin Kıbrıs’taki uzantısı olarak da görülebilir.
Yeni kurulacak düzende, oluşturulması hedeflenen “birleşik Kıbrıs’ta” adadaki düzenin ,yeni bağımsızlığın garanti antlaşması çerçevesine güvence altına alınması yadırganacak bir mütalaa olamaz. Kaldı ki uluslar arası camianın evvelden Kıbrıs’ta cereyan eden uluslar arası hukuk ihlallerini göz ardı ederek Kıbrıs Rumlarını meşru devlet sayarak hareket etmesi ulusal ve uluslar arası dengeleri değiştiren sonuca gidilmesine sebep olmuş ve nihayetinde KKTC Devletinin ilanına kadar varılmıştır. Bu durum hiç şüphesiz yeni bir düzeni yaratmıştır. Yine de, her şeye rağmen, Kıbrıs Türk tarafı 1968’den beri Rumlarla yeni bir ortaklık ve düzen için müzakere masalarında görüşmelerde bulunsa dahi, Rumların başta 1963’ten beri iptalini istediği uluslararası bağlayıcılığı olan garanti antlaşmasını tek taraflı fesih etme girişimleri bugün kendini NATO veya NATO-AB garantörlüğü çerçevesinde şekillendirilmeye çalışılan bir politik anlayışla kendini göstermektedir. Bu bağlamda ortaya konan NATO garantörlüğü mümkün olabilir mi? (yarın devam edecek).