Kıta Sahanlığı Krizi’nde Ab Initio ve Ipso Facto İlkesi

Öncelikle Kıbrıs’ta iki devlet ve yönetim olduğu gerçeğinin altını çizelim. Bu ayrı egemenlik sahaları iki ayrı devletin varlığından dolayıdır.

Öncelikle Kıbrıs’ta iki devlet ve yönetim olduğu gerçeğinin altını çizelim. Bu ayrı egemenlik sahaları iki ayrı devletin varlığından dolayıdır. Her ne kadar müzakere süreci 1968’den beri iki toplumluluk esasında devam etse de var olan bu gerçekliği göz ardı edip tek tarafın hakimiyeti varmış gibi düşünmek söz konusu olamaz. Örneğin KKTC tanınmamış yada yalnızca Anavatan tarafından tanınmış olması onun Devlet statüsünü etkilemez. Kısaca KKTC bir devlettir. Kendine münhasır kara, deniz, hava yetki alanları vardır. Zaten Uluslararası hukukta tanınma işlemi bir kurucu işlem değil, sadece bildirici işlemdir. Bu ne demektir? Siyasi bir organizasyonun devlet sayılması için tanınma birincil şart olmadığıdır. KKTC’nin de durumu şuan için ancak bu şekilde değerlendirilebilir. Belki bugün müzakere süreci ile bir olası federal çözüm modeli aranıyor olabilir. Ancak bu süreç yaşansa dahi , kuzeyde ve güneyde iki ayrı egemen otorite varlığı yadsınamaz. Her iki tarafın mevcut durum itibarı ile sahip olduğu kara, hava ve deniz alanında yetkileri söz konusudur. Bu gerçeklik zemininde evvela müzakere sürecinde gerçekleştirilen görüşmelerde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) tüm adanın tek sahibi gibi davranma yoluna gidemeyeceği aralıksız hatırlatılmalıdır.
Şimdi yeniden şahit oluyoruz ki, Rum yönetimi gayet planlı bir şekilde enerji konusunu bahane ederek yeni bir atak içerisinde tahrikkar davranışlara girmektedir. O da deniz yetki alanlarımızı Türkiye ve KKTC’yi yok sayarak hareket etme stratejisine dayanmaktan ötürüdür. Hal böyle iken diğer tarafta da müzakere süreci yaşanmakta ve olası bir birleşme modeli için “iyi niyetli” çaba sarf edildiği yönünde kamuoyuna mesajlar verilmektedir. Ancak gelinen aşamada GKRY’nin duruşunu iyi niyetle değerlendirmek oldukça çok zor. Zira Türk tarafının yürüttüğü iyi niyete karşın , Rum yönetiminin yürüttüğü politikanın temelinde iyi niyeti istismar ve gerginlik stratejisinin hakim olduğu görülmektedir. Bu noktada özellikle de son günlerde Türkiye Cumhuriyeti ile GKRY arasında cereyan eden Kıta sahanlığı meselesini GKRY’nin gerginlik stratejinin yansıması olarak değerlendirmek mümkün olacaktır. Dolayısıyla bu konuya özetle bakmakta fayda vardır. (Bu yazıda Rum yönetiminin ihlal edilen deniz yetki alanlarına girilmeyecektir.)
Bilindiği üzere, Rum tarafı Güney Kıbrıs’ın sözde “Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB)” içerisindeki 6, 8 ve 10 numaralı parseller için geçtiğimiz Mart ayında 3’üncü tur ruhsat ihalesine çıkmış ve ardından İtalyan ENI ve Fransız şirketi TOTAL’e 6 numaralı parseli vereceğini deklere etmiştir. 6.’ncı parsel bölgesi ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kıta sahanlığı içerisine giren bölgedir. Esasen, GKRY’nin 1.’ci ve 2.’ci tur ihaleler kapsamına almadığı 6’cı bölgeyi zamanlama olarak bu döneme getirmesi dikkat-ı nazara alınması gereken bir durumdur. Zira GKRY Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 Temmuz terörist örgüt FETO darbe girişimi ardından devlet içine sızmış bu unsurları bertaraf etme çabası GKRY’den de yakından takip edilmiş ve bunu kendi lehlerine çevirebilecek çabalar içerisine girmeleri için fırsat oluşturmuştur. Nitekim, 6.’cı parseli de uluslararası ihaleye açması bunun en bariz göstergelerinden biridir. Belirtmek gerekirse, GKRY’nin ilan etmiş olduğu 8.bölge ile ilgili de İsrailin de hissedar olduğu Rum şirketi Cyprus Opportunity ile aralarında ihtilaf çıkmış ve konu Rum Yüksek Mahkemesine taşınmıştır. Bu sorunun çözümlenmeden GKRY’nin ihaleye çıkması kendi Yüksek Mahkeme sürecinin dikkate almadan hareket ettiği hukuk dışı eylemi de göstermektedir. Bu hukuk dışı hareketin daha da ötesi , Anavatan Türkiye Cumhuriyeti’nin kıta sahanlığını ihlal eden sınırları kendisinin gibi gösterme yoluna giderek uluslar arası ihaleye çıkmasıdır. Bu durum karşısında Anavatan TC Dışişleri bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgin’in 2 Ağustos 2016’da yaptığı açıklamada, GKRY’nin açmış olduğu ihale kapsamında sözde ruhsat sahaları arasında yer alan 6 numaralı sahanın Türkiye’nin kıta sahanlığı içerisinde yer aldığını,yabancı şirketlerin deniz yetki alanlarımızda izinsiz hidrokarbon arama ve çıkarma faaliyetlerinde bulunmasının mümkün olmadığını ifade etmesi ile sonuçlanmıştır. Ayrıca Bilgin, Rum tarafının yaptığı bu girişim ile halen adanın tek sahibi gibi davranmaya devam etmesini kaygı verici olarak nitelendirilmiştir ve Türkiye’nin kıta sahanlığındaki hak ve menfaatlerini korumak için her türlü tedbiri alacağını belirtmiştir. Bu açıklamanın ardından hemen bir gün sonra GKRY Türkiye’ye meydan okuyan keyfi bir tutumla konuyu uluslar arası mahkemelere götürme çağrısında bulunmuştur.
Bu noktada konuya atfen şu hususları ifade etmekte fayda vardır: Evvela, Türkiye Cumhuriyeti ana kara ülkesidir. Oysa Kıbrıs bir adadır ve yarı kapalı bölge olarak geçen Doğu Akdeniz’de bulunmaktadır. İlaveten, Türkiye Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne (BMDHS) taraf değildir. Oysa GKRY taraftır. Bunun böyle olması, Türkiye’nin uluslararası hukuk teamülleri dışında hareket ettiği manasında değildir. Bilakis Türkiye Cumhuriyeti uluslararası deniz hukuku sözleşmesinde öngören hükümlere uygun hareket etmektedir. Bugün,Türkiye’nin kıta sahanlığı, GKRY’nin çizip parsellere ayırdığı 4,5,6,7 ve1 bölgelerini ihlal eder konumdadır. Keza GKRY, BMDHS’nde dahi öngörülen işbirliğinde bulunma yükümlülüğünü de ihlal etmektedir. Nitekim sorun egemenlik sahasına giren yetkilerin ihlalinden kaynaklanmaktadır.
Oysa, BMDHS’i 76’ıncı maddesi kıta sahanlığı konusuna açıklık getirmiştir. Buna göre sahildar bir devletin kıt’a sahanlığı, karasularının ötesinde kıt’a kenarının ötesinde kıt’a kenarının dış eşiğine kadar veya bu eşik daha az bir mesafede ise, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz mili mesafeye olan kısımda , bu devletin kara ülkesinin doğal uzantısının bütünündeki denizaltı alanlarının deniz yatağı ve toprak altlarını içerir denilmektedir. Kısaca, Kıta sahanlığı bir ülkenin kıyı devletinin kara ülkesinin deniz altında devam eden doğal uzantısına verilen isimdir. Hukuki olarak karasularının dış sınırından başlayarak belirli bir uzaklığı ve derinliğe kadar giden deniz tabanı ve toprak altını ifade etmektedir. Kıta sahanlığı BMDHS’inde 76.maddede bir devlete 200 mile kadar hak vermekte ve hatta kıta kenarının uç noktasının 350 mile kadar kullanabileceğini belirtmektedir. Bunun usul ve esasları sözleşme içerisinde belirtilmiştir. Ancak şunu da ifade etmekte fayda vardır ki kıta sahanlığı ilanı konusunda uluslararası hukukta “ab initio ve ipso facto” ilkesini kabul etmiştir. Yani kıta sahanlığı bulunan sahildar devletin bunu ilan etme ilkesi yoktur. Bu en doğal hak olarak tanınmıştır. Bu durumda anlaşmazlık olması dahilinde izlenecek yol ihtilaf yaşananlar arasında müzakereler ile işbirliğine varılması yada uluslar arası adalet divanı veya tahkim’e başvurma yoludur. Fakat BMDHS’inde de belirtildiği üzere yarı kapalı deniz alanına hakim olan bölgelerde örneğin Doğu Akdeniz gibi yerlerde çakışmaların yaşanması halinde işbirliği ile sorunun çözümlenmesine vurgu yapmaktadır. Bunların ötesinde hakkaniyet esasları çerçevesinde sorunsalın çözülmesi önem arz etmektedir.
Belirtmek gerekirse, hakkaniyet ve nıfset hukukun teamüllerindendir ve teamüller ile yazılı hukuk kuralları arasında bakıldığında statü olarak bir fark görmek mümkün değildir. Ancak yazılı hukuk kuralının teamüle gönderme yapması önemlidir. Bu şekilde teamül niteliği kazanır. Kısaca teamülün yazılı bir hukuk kuralına dönüşebilmesi için ona dayanak teşkil etmesi gereken üst hukuk normu olmalıdır. Hakkaniyet ve nıfset de teamül hukuku olduğu için Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) olağanüstü yetkisi içerisine girebilmektedir. Bunun bu şekilde olduğunu yargı kararları bize göstermiştir.
Türkiye uluslararası adalet divanına BM’e üye ülke olduğu için taraftır, yani buna başvurma hakkı vardır. Ancak UAD’da davanın açılması ve görülmesi için tarafların ortak rızası gereklidir. UAD davaları hakkaniyet ve nıfset ilkelerine göre (ex aequo et bono) karar verebilir. Örneğin 1982 Tunus/Libya Kıta Sahanlığı davasında “Hakça ilkelerin uygulanması ve nasfet karar verme olayını ayırmak gerekmektedir. Bu sonuncu durumda taraflar bu yönde rıza göstermişse böyle davranabilecektir. Böyle durumlarda amaç bir çözüme varmak olduğundan Divan hukuk kurallarını aynen uygulamakla yükümlü değildir” demektedir. Dolayısıyla ex aequo et bono Divan uyuşmazlığın ilgili olduğu her türlü hukuk dışı veriyi de göz önünde bulundurarak karar vermek durumundadır. Burada iki tarafın da ex aequo et bono çözüm isteğinde rıza göstermesi ve davanın bu şekilde görülmesini kabul etmesi gerekirken, ilginçtir ki bugüne kadar uyuşmazlıklarda iki tarafın Divandan ex aequo et bono çözüm isteği olan hiçbir davaya rastlanmamış olduğudur.
Bu çerçevede ilaveten eklenmesi gereken diğer konu da, ada konumunda olan Kıbrıs’ta GKRY’nin konumu ile ana kara konumunda bulunan Anavatan Türkiye Cumhuriyeti’nin durumunun ayni şekilde değerlendirilemeyeceğidir. Uluslar arası deniz sınırlandırma yetki davalarında yargı kararları adaların ana karalar kadar deniz yetki alanlarına sahip olamayacağı genel ilkesinin kabul etmiştir. Bu durum UAD kararlarında Libya davasında mevcuttur. Nitekim uluslararası mahkemelerin Libya-Malta, Ukranya-Romanya Yılan adası davalarında ve diğer davalarda kararları da bu yönde olmuştur. Kıbrıs’ın ana karaların önünü kapatmayacak şekilde sahip olabileceği deniz yetki alanları GKRY ve Lübnan,İsrail ve Mısır arasındaki ortay hattın “orantılılık ilkesi” doğrultusunda Kıbrıs’a doğru kaydırılmış hatlar arasında kalan alan kadar olabilecektir. Tüm bunları görmezden gelen GKRY’nin Türkiye’nin aksine düşey hatlar esası değil de diyagonal hatlar kullanması ve yetki alanını genişletme yoluna gitmeye çalışması hangi hukuka ve hakkaniyete uygundur? Oysa Anavatan Türkiye bugüne kadar düşey hatlar üzerinden kıyıdaş ülkeler ile sınır belirleme yoluna gitmiştir.
Açıkça görüleceği üzere, GKRY deniz yetki alanlarımızı ihlal etme ve tek taraflı hakimiyet kurma peşinde hareket etmeye devam ederken uluslararası hukuku ihlal eden bir duruşta Anavatan Türkiye Cumhuriyeti’ne ve bize karşı adım atmaya devam etmektedir. Bu nedenle, deniz yetki alanlarımızın ne kadar önem arz ettiğinin millet olarak farkına varmak ve bu konuda başta Anavatan tarafından sergilenen haklı duruşun KKTC makamlarınca da öne çıkarılarak destek verilmesi ve geri adım atılmaması gerektiğini vurgulamak gerekmektedir. Bu durum en az siyasal eşitlik ve diğer meşru haklarımız kadar ehemmiyet arz etmektedir.

Bu haber 14628 defa okunmuştur

:

:

:

: