Tabiat ve toplumsal alanlarda ortaya çıkan her olayın farklı farklı sebepleri vardır. Bütün canlı varlıklar biyolojik, fiziksel, evrimsel oluşum ve gelişim süreçlerinde değişime ve başkalaşıma uğrarlar. Dolayısıyla başkalaşımı ortaya çıkaran yaşam koşullarıdır. Bir bitki veya hayvan türü herhangi bir sebepten yok olurken dünyanın herhangi bir bölgesinde tarihi süreç içerisinde bazı insan topluluklarının da yok olduğu görülmüştür. Saldırı, soykırım, asimilasyon ve benzeri politikalar bu toplulukların yok oluşuna sebep olmuştur.
Ancak kendi komşuları tarafından saldırıya, katliamlara, talana uğrayıp da yok olmayan halkların duygu dünyası çok karmaşıktır. Dini, mezhebi, etnik kimliği farklı olduğu için saldırılara maruz kalan bir halkın herhangi bir bireyi kendi komşusuna veya başka topluluklardan insanlara güvenle yaklaşamaz. Çünkü kendi atalarına haksızlık yapan toplumun bir bireyini gördüğünde geçmişi hatırlar ve psikolojisi altüst olur. Ruh hali tedirginlik, kaygı içinde olduğundan dolayı tehlikeleri yeniden yakınında hisseder. Böylece kaynaşma, bütünleşme sağlanamaz. Ayrılık duygu ve düşüncelerde derinleşirken travma da hayatın bir parçası olarak süreklileşir.
O halde bu travmayı atlatmanın tek yolu barış kültürünün içselleştirilmesidir.
Barışın ön koşulu ise; barış kültürünü benimsemektir. Bu kültürü geliştirmek ve yerleştirmektir. Bunu yapacak olanlar, insan yaşamını en temel insan hakkı sayan kimselerdir. Günümüzde siyasal ve toplumsal sorunların hala silah ve şiddet yoluyla çözülebileceği bir yanılgıdır. Çünkü şiddet şiddeti doğurmakta ve yıkımlar daha da derinleşmektedir. Ülkemizde “Kıbrıs sorunu” bağlamında 50 yıldır yaşananlar da bunu doğrulamaktadır.
Dolayısıyla barış kültürünün gelişmesine ve barışa hizmet etmek isteniyorsa yapılacak olan iki toplum arasında ki güvensizliği kırmak ve yapılacak iş birlikleri ile bu güvenin yeniden tesis edilmesini sağlayacak politikaların geliştirilmesidir.Siahı, şiddeti ve terörü reddetmek, diyalogu ve demokratik barışçı yöntemleri öne çıkarmaktır. Nitekim her 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde tüm ülkelerde milyonlarca insan meydanlarda savaşı lanetler ve siyasetçiler de hükümetler de barışçı hizmet çağrısı yapar.
Peki bu ne anlama geliyor?
Savaşların hiç bir sorunu çözmediği aksine varolan sorunlara telafisi mümkün olmayan derinlikler kattığı anlamına geliyor.
Dolayısıyla insanlar artık savaş istemiyor, emperyal güçlerin hukuk tanımazlığına karşı tavır alıyor. “Güçlü olan haklıdır” anlayışının geçersiz kılınmasını istiyor.
Tabi ki burada da görev, demokratik siyasete ve BM gibi uluslararası kuruluşlara düşüyor.
Dolayısıyla BM, adada bir taraftan barış hukukunu güçlendirmeye çalışırken, diğer yandan da küreselleşme olgusuyla dünya çapında daha da derinleşen eşitsizliklere karşı tavır almalıdır.
Barış’ın tesis edileceği bir Kıbrıs’ta siyasi eşitliğin ve beraberinde adaletli bir ekonomik düzenin kurulması gereklidir. Böyle bir düzen, Ada halklarının eşitliğini kabul etmekle ve uluslararası dayanışmayı yükseltmekle gerçekleşebilir.
Uygar dünya barışçı dünyadır. Barışı hakim kılmak için öncülük görevi de yine sola, sosyal demokrasiye düşmektedir. Çünkü sol için barış, yalnız bir hedef değil aynı zamanda tıpkı özgürlük, eşitlik ve dayanışma gibi bir temel değerdir.