“Ruhunu Takıp Bir Kuşun Kanadına Gezebilirsin Alemi”

Nihayet yazdıklarımı derleyip bir kitaba başlıyorum. Başlamaktı mühim olan, ne zaman biter pek önemsemiyorum. Zaten buna karar vermek daha önceki acele kararlarım gibi değildi. Bir ömür edebiyatı seven, kalem tutmayı bildi bileli yazan ve şu kitaplıkta benim de bir eserim olsun dileyendim. Sanırım en ağırdan alınmış dileğimdi yazmak.

Kahvaltı masasındayım. Dışarıda tatlı bir rüzgar esiyor. Masamda biraz soğumuş çayım, ekmeğim, kalemim ve gazeteler. Tabiki yanımdan ayırmadığım not defterim olur ya yazma hissi doğar içime diye… Aslında ilham diye beklenen hikayenin, gerçekte tanık olduğum hikayelerden ne farkı olacaktı bilmiyorum. Tanık olduklarımı yazmak birini ele vermek, sırrını saklamamak gibi terbiyesiz bir eylem miydi? Cevabını henüz veremediğimden, kendi hayal mahsülüm olan karakterler ve olaylarla başlayacağım yazıma.

Nihayet yazdıklarımı derleyip bir kitaba başlıyorum. Başlamaktı mühim olan, ne zaman biter pek önemsemiyorum. Zaten buna karar vermek daha önceki acele kararlarım gibi değildi. Bir ömür edebiyatı seven, kalem tutmayı bildi bileli yazan ve şu kitaplıkta benim de bir eserim olsun dileyendim. Sanırım en ağırdan alınmış dileğimdi yazmak.
...
Ilımış çayımdan bir yudum alırken eşime bahsediyorum. Yazdıklarımdan okuyorum; “Bu sen değilsin” diyor biraz şaşkın. Hikaye bu ya anlatılan elbette bir kurguydu baştan sona. Ama o kurgunun içinden çıktığı kabuk benimdi. Kabuğumda kim bilir hangi denizden aşınmış kumlar vardı. Hangi nisan yağmurunda karnıma düşmüştü hüzünlü damlacıklar. Nerelerden toplanıp gelmişti dalga sesleri. Belli ki bizde olanın tümünün şahsımıza ait olmadığını kavrayamıyorduk kolayca. Hoş üstümde biriken kum tanelerini, karnıma düşen damlaları ve tüm o sesleri kendimle bütün sanan da bendim.
...
Tek yapmam gereken, içimdeki denizde boğulmadan birikenleri daha fazla yormadan, salıvermekti beyaz bir kağıda. Siz ister bunlara hayal mahsulü deyin, ister gerçek. Ben yazayım da… Sonra bu rahatlığı bozan bir irkilmeyle silkelendim. Korku sardı tüm o serinliğimi. Malum söyleneni pek anlamıyordu çoğu insanımız. Yüz yüze kanlı canlı anlatılanı bile anlamaktan yoksundu kimileri. Anlatmak için; “Hayır öyle bir mahiyeti yoktu söylediklerimin” dediğimde ise Türkçenin çekilebilir olduğundan dem vuruyorlardı. Oysa sorun Türkçe’de değil zihinlerimizdeydi. Ya da ülkemizdeki okuma oranının azlığının sonuclarından biriydi. Her anlatılanın içinden bir olumsuzluk çıkarmak, kötü eleştiri getirme gayreti, malesef bizim insanımıza mahsustu. Keşke aynı gayreti başka keşifler için de gösterebilselerdi. Hem anlatılmak istenenin anlamına varmış olurlardı.
...
Bir sohbet ortamında arkadaşlar Tayland’tan bahsedince; oradaki kağıt şemsiyelerin güzelliğinden konuya girip, mutlaka izlenmesi gereken ‘kohn dansı’ndan çıkmıştım. Öyle yaşayarak anlatmıştım ki çoğu kişi, daha evvel Tayland’a gittiğimden emin olmuşlardı. Yalnız geçmişteki seyahatlerimi bilen eşim şaşırıp; “ Sen oraya hiç gitmedin ki” demişti. Sanki böyle bir iddiada bulunmuşum gibi. Şimdi karşımda iki zıt fikir vardı. Biri seyahatimden emin olanlar, diğeri ise böyle bir seyahetin olmadığından… İki düşünce de fevkalade yersizdi. Ne gerçekte oraya seyahat etmiştim, ne de seyahat etmedim diyebilmiştim. Gerçek şu ki; oraya defalarca gitmiş ev arkadaşımdan dinlemiş, dinlerken anlamak, tanımak istemiştim. Anlatılanlara dalıp, ruhumu takıp bir kuşun kanadına seyretmiştim alemi. Bu ne ilk ne de sondu. Hikayelerde, masallarda yaşananları yaşadığım gibi, bir kuşun kanadında gezinirdim gitmediğim tüm o yerleri. Kimileri için delilikti, kimileri için ise kendince gerçek. İşte böyle bir ikililikti anlamak. Anlatılana inanmak. Tatmadığını tatmak, görmediğini görmek, yaşamadığın o hikayeleri yaşamış gibi hissetmek. Okumak başka bir alemdi. Bunu okumayı huy edinenler bilirdi...

:

:

:

: