Doğayı izle ve yaşamı anla

Yaşamınızın herhangi bir anında doğayı izlediğiniz ve kendinizi doğanın bir parçası gibi hissettiğiniz oldu mu hiç? Peki ya, yaşamınızın doğayı anlamakla eşdeğer olduğunu düşündüğünüz odu mu?

Yaşamınızın herhangi bir anında doğayı izlediğiniz ve kendinizi doğanın bir parçası gibi hissettiğiniz oldu mu hiç? Peki ya, yaşamınızın doğayı anlamakla eşdeğer olduğunu düşündüğünüz odu mu?
Kanada ve Amerikan ortak yapımı Anne With An “E” dizisindeki sıska, ölü beyaz tenli, soğan kabuğu rengine çalan saçları, suratındaki çilleri ve akıl almayan zekiliğiyle başrol oynayan kız çocuğunun hangi bölüm, hangi sezonda söylediğini şimdi hatırlayamadığım: “Doğayı izle ve yaşamı anla!” sözüyle oturduğum yerden birden irkildiğimi hatırlıyorum. Dizide her an konuşan, konuştukça çevresindekilere bile rahatsızlık verebilen ortaokul çağındaki bu genç kız, çok da doğru söylemiş gibi duruyor. Neden mi? Bu sorunun cevabını bulabilmek için şimdi yaşananları düşünmek yeterli olacaktır. Çünkü, bu çağda, doğadan oldukça uzağız. Yıllardır şehir yaşamı, köy yaşamını küçük görmekte. Küçük gördükçe de ondan uzaklaşmakta; evinin yolunu hatırlayamama durumunu yaşamakta. Öyle bir hal yaşanıyor ki yumurtanın, sütün, peynirin, domatesin, ekmeğin bile tadı unutulmuş. Yeni çağın çocukları, zor problemlerin üstesinden kolayca gelebilmekte; fakat ekmeğin nasıl yapıldığını bilememektedir. Doğadan ayrılmak, evimizi terk etmemiz anlamına gelmekte. Özellikle de şimdi, evimize dönmeliyiz. Evimizde olmamız gerekiyor. Bu dönemde dışarıyı değil; de içeriyi görmemiz, orada kalıp yaşamamız gerekiyor. Dışarıyı bırakıp da içeriye yönelmek, bizleri daha bilinçli varlıklar haline getirecek. Doğaya ve doğanın içindeki tüm canlılara karşı daha duyarlı olmayı hatırlayıp önce kendimize; sonra da diğer tüm varlıklara barışı, sükuneti, sevgiyi, merhameti hatırlatacak.
Duyularımızı Harekete Geçirmek
İtalyan yapımı “Gökyüzü Kadar Kırmızı” filmi genç yaşında geçirmiş olduğu bir ev kazası sonucunda görme yetisinin büyük bir kısmını yitiren sinemaya düşkün Toskanalı Mirco’nun kazadan sonra götürüldüğü Görme Engelliler Okulu’nda önceden bildiği ses, koku, tat, şekil ve hisleri öğretmek için uğraşılarını anlatmakta. Bunları, yaşamı boyunca bilme şansına erişemeyen arkadaşlarıyla buluşturmaya çalışması, göstermiş olduğu cesareti, bir ailenin sonradan görme yetisini kaybeden tek oğullarının onlara kazandırmış olduğu gururu anlatan bir eser. Aslında, ister film olsun; ister kitap ya da başka başka yapıtlar, tüm bunlar bize yaşamımızda doğanın içinde kendimizi dinlememiz gerektiğini söylemekte. Bedenlerimiz, yalan söylemeyi bilmiyorlar. Bedenimizi dinlemeyi öğrendiğimiz vakit, tüm duyu organlarımızın çalıştığına şahit olacağız. Bu durum, her zaman böyleydi. Fakat bizler, hızlı yaşamla birlikte devam eden bu doğal akış içerisindeki sistemi fark edemiyoruz ya da fark ettiğimiz zamanlarda da bazı şeylere geç kaldığımızı anlıyoruz. Koklamayı, tatmayı, işitmeyi, görmeyi ve hissetmeyi üzerinde barındıran bu bedenler, gerçek anlamda çok ama çok değerli.
Ömrümüz Kiraz Ağacı Çiçeğininki Kadar
Kiraz ağacı çiçeği, yavaştan yavaştan olmaya başlar, çiçeğin yaprakları gün geçtikçe daha da büyür ve renklenir. O kadar yavaş seyreder ki bu yaşamında, zannedersiniz ki ömrünüz o çiçeğin büyüdüğüne, açtığına, renklendiğine, kokulandığına şahit olamayacak. Kısacası, o kadar uzun zaman isteyen bir olgunlaşma dönemi geçiriyor. Peki sonunda ne mi oluyor? Büyümenin gerçek anlamda sabrı anlatan, olgunlaşmanın yavaş yavaş tadına varan kiraz ağacı çiçeği, hayrete düşüren birdenbireliğiyle en yükseklerden yerlere dökülüyor. Bu çiçekler döküldükçe de çok çeşitli, özel olduğu kadar uzun da sayılan ömürlerin tükendiğini, bu dünyayı teker teker terk edişlerini anlatıyor. Doğayı anlamaya çalışmak, biraz da sonu belli olan kendi yaşamlarımızı anlamakla aynı olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz.

Bu haber 2887 defa okunmuştur

:

:

:

: