Yine tarihi bir dönemeç…
Yine haklarımızı savunmak ve haklılığımızı ispat etmek için bir sınavdayız…
Bunca yıldır söylenmemiş ve konuşulmamış hiçbir mesele kalmayan bir konu hakkında, yeni bir söz, yeni bir çıkış yolu arıyoruz.
Yeni bir söz etmek isteyenlerin ağzını kapatmak isteyenlere inat bu söz elbette Cenevre’de masaya konacaktır.
İçimizde bazılarının duymaya bile tahammül edemediği “KKTC’nin tanınma hayali” yine gündemde.
“Hayal” diyorum çünkü bugüne kadar zihinlerde canlandırılan ancak bir kez ete kemiğe büründürülmeyen bir istek bu.
İngiliz basınında yazınca meseleyi ciddiye alan bazı aydınlarımızın yine etekleri tutuştu.
BM Güvenlik Konseyi kararları… diyerek söze çoktan başladılar bile… KKTC’nin bırakın tanınmayı gündemine almasını, hayal etmesini bile yasaklamak istiyorlar.
Kendi ütopik dünyalarında sınırların kalkmasından tutun da hayal etmedik şey bırakmayan bu aydınlar, KKTC’nin tanınma ihtimalinden neden bu kadar korkuyor?
Amerikalı Yazar Paul Auster’in güzel bir sözü var:
“Her şey bir hayalle başlar; sonra hayali gerçekleştirme işi, hayali kurana kalır. Her gün yüzlerce hayal kurar insan ve hiç biri gerçek olmaz. Ama bir gün bir gerçek yaşarsın, hiçbir hayale sığmaz…”
Peki söyleyin bakalım… Bize düşüncesi bile yasaklanan bu hayali, yani KKTC’yi nasıl tanıtacağız?
Önce işe şu öğrenilmiş çaresizliği üzerimizden atmakla başlayalım yeter…
Unutmayın… Kendini reddeden bir halk, asla tanınma isteyemez.
Biz “Kıbrıs Türk halkı var” diyoruz. Sonra da o halkı Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında bir unsur olarak ele alıp “Birlikte yaşayabiliriz” diyoruz…
Peki bizi istemiyorlar, ne yapacağız?
İçimizdeki federasyoncular bizi istemeyen Rumları “AB’ilerine (Avrupa Birliği) o da yetmezse BM’ye şikayet etmeyi öneriyor.
Ancak zorla yapılan bir evlilik kaç yıl sürer? Bunu hiç düşünmüyor.
Sözün özü… Cenevre zirvesinde hayal kurmak serbest olsun. Ancak o hayaller bugüne kadar kurmadığımız yeni hayaller olsun…