YAZAR VE ŞAİR NEŞE YAŞIN’LA SÖYLEŞİ

Yazar ve şair Neşe Yaşın Girne Belediyesinin 22-29 Nisan arasında düzenlediği Kitap ve Kültür Günleri’nin konuğuydu. Bu etkinlik sırasında yazar Girneli okuyucularıyla bir araya geldi, kitaplarını imzaladı ve Girne Sanat Galerisi’nde söyleşi yaptı.

Yazar ve şair Neşe Yaşın Girne Belediyesinin 22-29 Nisan arasında düzenlediği Kitap ve Kültür Günleri’nin konuğuydu. Bu etkinlik sırasında yazar Girneli okuyucularıyla bir araya geldi, kitaplarını imzaladı ve Girne Sanat Galerisi’nde söyleşi yaptı.
Neşe Yaşın, 12 Şubat 1959 tarihinde Lefkoşa’da doğdu. Hayatının ilk yılları şu anda Kıbrıs’ın güneyinde bulunan Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumların birlikte yaşadığı Peristerona köyünde geçti. 1963 Aralığında Kıbrıs’taki çatışmalar nedeniyle ailesi ile birlikte Lefkoşa’ya göç etti ve çocukluğunun üç yılını enklavda geçirdi. Orta Doğu Teknik Üniversitesi- Sosyoloji bölümünü bitirdi. Bölünmüş Kıbrıs’ın her iki tarafında da tanınan ve adada konuşulan iki dilde de okunan bir şair oldu. Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi için uğraş veren barış gruplarında çalışmalar yaptı. Şiirleri kırktan fazla yabancı dile çevrildi ve bu dillerde yayımlanan dergi ve antolojilerde yer aldı. Anthias Pierides ödülü (1998) ve şiirleriyle barışa yaptığı katkılardan ötürü 2021 Avrupa Yurttaş ödülü aldığı ödüller arasındadır.
Şu sıralar, Kıbrıs’ın güneyinde bulunan Kıbrıs Üniversitesi Türkoloji bölümünde Dil ve Edebiyat dersleri veriyor; altı yıl BirGün gazetesinde sürdürdüğü köşe yazarlığına Yenidüzen gazetesinde devam ediyor.
Türkçe Kitapları:
Sümbül ile Nergis-şiir- (1979, Cem Yayınları, İstanbul)
Savaşların Gözyaşları-şiir- (1980, Yeni Türkü Yayınları, İstanbul)
Kapılar-şiir- (1992, Cem Yayınları, İstanbul)
Ay Aşktan Yapılmıştır-şiir- (2001, Gendaş, İstanbul)
Üzgün Kızların Gizli Tarihi-roman-(2002, İletişim Yayınları, İstanbul)
Bellek Odaları- şiir-(2005, Dünya Yayınları, İstanbul)
Şiir Seçkisi-şiir-(2008, Amargi Yayınları, İstanbul)
Şiirle Hatırlamak-İnceleme- (2013- Söylem Yayınları, Lefkoşa)
Üşümüş Kuşlar-şiir-(2016-Ayrıntı Yayınları, İstanbul)
Kar Uykusu-şiir-(2021-Ayrıntı Yayınları,İstanbul)

Yabancı Diller:
Garden of Light ( 2016, Epifani, Nicosia) Limited Edition
Rose Falling Into Night- ( 2017- Heterotopia Publications, Nicosia)
Απαγορευμένοι κήποι- (2019- Vakxikon,Athens)


Z.Y. Sevgili Neşe Yaşın, Girne Belediyesi’nin düzenlediği Kitap Kültür Günleri’nin davetlisi olarak Girne’de bulunuyorsunuz. Öncelikle hoş geldiniz.
Çocukluğunuzun üç yılını enklavda geçirdiğinizi öğreniyoruz özgeçmişinizden. Bunun yanı sıra hayatınızın ilk yirmi yılında göç ve yönetimsel değişiklikler gibi toplumsal olaylara tanık olmuşsunuz. Yaşadıklarınızın getirdiği duygu yoğunluklarının şair olmanızda etkisi var mı?
N.Y. Ben şair olmaya hiçbir zaman karar vermedim, o kadar doğal bir şeydi ki bu. Kendiliğinden oldu, bir kader gibiydi. Çünkü benim babam bir şair. Böyle şiirli bir evde doğdum. Hatta babadan doğma şairim, derim. Evde her zaman şiir vardı. Ben okuma yazma bilmeden önce ilk şiirlerimi söyleyerek, babamı taklit ederek yaptım. Babam şiir okumayı çok severdi, o zamanlar Peristrona köyünde kalıyorduk, her zaman evde ve beni anaokuluna götürürken arabada şiirler okurdu. Babam sahibi olduğu kitabevine kitap almak için sık sık İstanbul’a giderdi ve beni de yanında götürürdü. Orada pek çok şair ve yazarla tanışma imkânım olurdu. Tabii ki ilk şiirlerimde yaşananlar çok yansıdı şiirlerime. Kıbrıs’taki iç savaş, ailemin yaşadığı göç ve trajediler. Hepsi yansıdı şiirlerime.
Z.Y. Bu şekilde cevapladığınız için çok teşekkür ederim. Çünkü benim bir sonraki sorum da ailenizin edebiyatla iç içe olmasının sizin şair olmanıza bir katkısı oldu mu şeklindeydi. Bunu da yanıtlamış oldunuz. Onun için size teşekkür ederim.
“Her hikaye yanlıştır/ başkasının dilinde” diyorsunuz üşümüş kuşlar kitabınızın “gülün hafızası” şiirinde. (S;15) Şiirlerinizde o yüzden mi edebiyatın birleştirici dilini kullanıyorsunuz. Hikayelerin ortak bir dile dönüşmesi ile pek çok yanlışın düzelebileceğini mi vurguluyorsunuz bu şekilde okuyucularınıza?
N.Y. Burada benim esas kastetmek istediğim, kahramanı değişince anlatıcısına göre hikâyenin değişmesi. Mesela tarih anlatıları da böyle kurulur. Biz kendimiz başrolünde olduğumuz için bu anlatıyı hep kendi toplumumuz açısından anlatırız. Biz kurbanız, ötekiler zalimdir. Kendimizi haklı çıkaracak ayrıntıları seçeriz, seçici bellekle. Aynı şeyi yaşarız ve anlatıyı farklı kurarız. Öğrencilerime bu konuyu anlatabilmek için en çok Kırmızı Başlıklı Kız masalıyla örnekleme yaparım. Bu masalda kurban kim, kurtarıcı kim, zalim kim, derim. Hemen kurban kırmızı şapkalı kız, zalim kurt, kurtarıcı avcı cevapları gelir. Ben o zaman; doğru, çünkü biz bu masalı böyle anlatıyoruz, çünkü hepimiz insanız. Ama biz bir kurt olsaydık, bu masalı şöyle anlatırdık: Bir zamanlar çok yakışıklı, çok zeki cesur bir kurt varmış. Ormanda çok şahane bir yiyecek görmüş ve bir plan yapmış. Sonunda kurt bir şehit oluyor, ölüyor. Başrole kimi koyarsan anlatı değişiyor. Kişisel hikayelerimizde de aşkta da böyle. İki kişi arasındaki ilişkilerde de böyle. Anlatıcıya göre hikâye değişiyor. Bir bağlam kuruyoruz ve o bağlama uygun ayrıntıları seçiyoruz ve bu bağlama göre bazılarını dışlıyoruz. Bu dizelerde bunu anlatmak istiyorum. Çok önemli bir mesele bu hayatta.
Z.Y. Anlatıcının değerleri ortama giriyor o zaman.
N. Y. Evet seçici bellekte o değerlerin de etkisi var.
Z.Y. Şiirle Hatırlamak isimli kitabınızda Özker Yaşın ve Fikret Demirağ’ın şiirlerini toplumsal bellek bağlamında inceliyorsunuz. Sizce Toplumsal belleğin oluşmasında yazar ve şairlerin rolü nedir?
N.Y. Toplumsal bellek de az önce söylediğim gibi bir kurgudur aslında. Yani bazı şeyleri hatırlamak ve unutmakla mümkün. Bir sürü şeyi unuturuz ama hatırlamayı seçeriz bazı şeyleri. Toplumsal bellekte de böyle bir kurgu var. Kıbrıs’daki iki toplum için de şöyle bir şey vardır mesela. “Unutma”, Rumcası “den sehno”, iki toplumda da var. Mesela Kıbrıslı Türkler için şöyledir; 1963’de yaşananları unutma! Kıbrıslı Türklerin mağdur edilişini unutma! Ama 1974’te Kıbrıslı Rumların yaşadığı mağduriyetleri unut. Kıbrıslı Rumlar için de böyledir. Onlar da Unutma! Derken 1963’ü hiç hatırlamazlar. Sadece 74’te kendilerine dair olan mağduriyeti hatırlarlar. Dünyada da bazı yazar ve şairler bu toplumsal belleğin oluşmasına resmi bellek dediğim belleğin oluşmasına katkı koyarlar. Bazıları ise buna itiraz ederler ve illegal bellek alanında dolanırlar. Mesela diyelim ki geçmişte Kıbrıslı Rumlarla yakın ilişkileri anlatanlar aslında Kıbrıs’ta bir biçimde illegal bellek anlatıyorlar. Ya da Türkiye Ermenilerine ilişkin bir şey yazan bir yazar biraz da illegal bellekte dolaşıyor. Bu kitapta iki şairi bu açıdan inceledim.
Z.Y. Evet bu belleğin oluşması ile ilgili olarak incelemişsiniz ve kıyaslamışsınız.
N.Y. Evet bir resmi bellek var. Bir de insanların kafasında olan ama bu anlatıya dahil edilmeyen bir bellek var. O anlatıya dahil edilmeyen hatta yasak ve tehlikeli olan şeyi yazan yazarlar vardır.
Z. Y. Ruhun kadar karanlık gecelerde
Kibritçi kız son alevle yanar (üşümüş kuşlar, üşümüş kuşlar s;49) şiirinde olduğu gibi metaforları sık kullanıyorsunuz. Bir şairin metafor kullanmasının nedenleri nelerdir.
N.Y. Şiir zaten metaforlarla şiir oluyor. Burada aslında bir hikâyeye, masala göndermeler yapıyorum. Şiirlerimde çok var bu. Mitolojiye gönderme yapıyorum. Bir şair çok şey okumalı. Felsefe, sosyoloji fizik bilmeli. Pek çok şey bilmeli ama bu bilgileri son derece içselleştirmeli ve geri planda tutmalı. Bu şiiri daha zenginleştiriyor ve şiir katına çıkarıyor. Bu bilgileri şiirin diliyle söylüyor. Onları alıntılamak isteyen kişi bir makale ve düz yazı yazabilir. Şiirde ne kadar geri planda ve kendini çoğaltan bir imge olarak varsa daha başarılı oluyor.
Z.Y. Kar uykusu kitabınızda yer alan bazı şiirlerde çok sevdiğim kitaplardan biri olan Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının mesajlarını görüyorum
Adam kendine dönmüş, /çıkarmış mavi sakalını, /son bir kez sarılsaydık demişim ben. mısralarında olduğu gibi
Estes’in kitabını okuyup dizelerinize yansıttınız mı yoksa bu kitabı çok sevdiğim için ben mi öyle algılıyorum. Biliyorsunuz metin yazarından çıktıktan sonra okuyucunundur diye çok yaygın bir söyleyiş var edebiyat dünyasında. Ya da Pablo Neruda’nın söylediği gibi “şiir ona ihtiyaç hissedenindir” Bu tanımlamayı değerli yazar Ahmet Telli ile yaptığım röportajda öğrenmiştim. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?
N.Y. Ben bu kitabı daha Türkiye’de çıkmadan çok önce yani İngilizce baskısı ilk yapıldığı sırada Londra’da bir kitapçıda görmüştüm. Sonra heyecan içinde arkadaşlarıma okuyup bölüm bölüm çeviriyordum. Sonradan da Ayrıntı Yayınlarından çıktı. Pek çok kadının da başucu kitabı olmuştur. Hatta kadınlar arasında şöyle bir şey vardır. Bir arkadaşınız size bir problemini anlatır. O zaman “Sen bu kurtlarla Koşan Kadınların 20. Sayfasına bir bak” gibi önerilerimiz olur, ortak kitabımızdır kadınlar arasında. Kar Uykusu’nda bu kitaba göndermeler kendi doğallığı içinde çıktı. Geçmişte yaptığım bütün okumalar gibi o kitabı da geri planda duyumsattığı için çıktı, konuyla çok uyumlu olduğu için, bir aşk hikayesi, bir kadın erkek meselesi olduğu için de o kitaba insanı götürecek referanslar var.
Z.Y. Evet o çok etkileyici bir kitap. Benim de başucu kitabım. Kadınların kendi benliklerinin farkına varmalarını sağlayacak bir kitap.
N.Y. Ayrıca da Ahmet Telli’nin de söylediği gibi ben çok şaşırıyorum, insanlar benim şiirimi okudukları zaman herkes kendince okuyor. Ve şiirin büyüsü de burada zaten. Katman katman çoğalıyor. Okurlar bana hiç fark etmediğim ayrıntılar söylüyor, bu çok müthiş bir şey. Şiir canlı bir varlık gibi sanki, doğuyor ve bir hayata başlıyor. Ve nasıl ki bir insan doğduktan sonra herkes onunla farklı bir iletişim kuruyor; şiir için de geçerli bu. Mesela kimisi diyebilir ki Neşe mi? çok tatlı iyi biridir, ya da bir başkası bırak hiç sevmem onu, diyebilir. Yani bunun gibi herkes hayata doğmuş bir canlı varlık olan şiirle kendi iletişimini kuruyor.
Z.Y. Alımlayıcının algılamasına bağlı bir olay değil mi şiirin bu şekilde farklı kişilerce farklı yorumlanması?
N.Y. Şiir bu olanağı veriyor çünkü. Şiirin dili, metaforları imgeleri böyle bir olanak sağlıyor.
Z.Y. Pandemi dönemi sizin üzerinizde nasıl bir etki oluşturdu. Yapıtlarınız bu evde kalma sürecinden nasıl etkilendi.
N.Y. Ben zaten böyle evde kalmaya alışkın biriydim. Yazar evlerinde çok kalmışlığım var. Gidip bir ay kalıyorsun. Fazla bir iletişim kurmuyorsun dünyayla. Sadece yazıyorsun. Dolaşıyorsun, doğaya çıkıyorsun. Arada bir sosyalleşiyorsun. Böyle deneyimler yaşadığım için, önce böyle bir dönem gibi düşündüm. Tabii bir yandan da dünyanın halini görüp üzülüyorsun. Yani bir moral bozukluğu içinde. Ben bu dönemde Gümüşlük Akademisi için bir dizi Podcast yaptım. Aynı Denizin Kıyısında ismini taşıyan. Bir de İlhan Berk’in bana bir tavsiyesi olmuştu. Sabahları güne şiirle başla. Kalkar kalkmaz şiir oku, demişti. Ben de bunu yapıyordum. Erken kalkıp şiirle başlıyordum güne. Sonra dedim ki ben şiir çevireyim, her sabah bir şiir çevirdim bu dönemde. Böylesi kapanma ve yalnızlık durumları iç yolculuğun da güçlendiği dönemler oluyor. Çok tanıdık bir şeydi benim için. Tanıdık olmayan ise dünyayla ilgili bir kaygıyla bunu yaşıyor olmamdı.
Z.Y. Yapıtlarınızda toplumsal sorunları ele alırken doğal olarak kadın sorunlarını da konu alıyorsunuz. Coğrafyamızda kadınların sorunlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
N.Y. Şimdi ben buna kadın sorunu diye de bakmıyorum. Buna bir toplumsal cinsiyet sorunu diye bakıyorum aslında. Bu sorun aslında erkeklerin de sorunu. Kadınların toplumsal cinsiyet rollerine eleştirel bir bakış, kadınlar kadar erkekleri de özgürleştirecektir diye düşünüyorum. Öncelikle kuşaklar açısından baktığımız zaman bizim anneannelerimiz, annelerimiz ve hatta bizim kuşağımızın çok zor dönemlerden geçtiğini düşünüyorum. Özellikle bir şair kadın olmak, benim kendi deneyimimde kamusal bir figür olmak, özel olanı kamusala çıkarmak çok cesaret isteyen bir şey. Benim kendi deneyimim son derece acılarla ve zorluklarla dolu bu anlamda. Ve bu konuda günümüzde bayağı bir yol alındı. Kadınlar meselesinde bir miktar daha iyi bir yere varmış durumdayız ve bunun nedeni geçmişte verilen mücadeleler. Tabii ki şu anda hala ataerkil bir düzende yaşıyoruz. O eril dil son derece hâkim ve rahatsız edici. Ama bir yandan da bu da bize bir direniş imkânı veriyor. Bu yüzyıl bir kadın yüzyılı olacaktır diye düşünüyorum.
Z.Y. Kadın şair olmanın getirdiği avantaj ve dezavantajlar nelerdir? Siz demin bunun bir kısmını yanıtladınız. Buna eklemek istediğiniz bir şey var mı?
N.Y. Ben buna kadın şair demiyorum. Şair kadın diyorum. Çünkü erkek şair demiyoruz. Aslolan erkeklerdir, erkekler şairlerdir kadınlar esin perisidir gibi bir yaklaşım var. Aslolan erkeklerdir ve bazı kadınlar da şiir yazar, onlar da kadın şairlerdir, der gibi oluyor. Şair kadın demek istiyorum o yüzden. Kadını da kullanmak istiyorum. Çünkü kimliklerimiz önemlidir şiir açısından. Çünkü şiir bizim bütün bu kimliklerimizi de yansıtır ve kapsar. Kadınların şiirle ilgili tarihine baktığımız zaman kadınlar hep özel alana ait sayılmış, erkekler kamusal alana. Ve kadınların kamusal alana dahil olması çok eskiye dayanmıyor. Büyük bir mücadele ile kadınlar yavaş yavaş kamusal alana giriyorlar. Bir şair kadın olarak kamusal bir figür oluyorsunuz. Ve şiir özele ait bir şey. Özeli kamusala çıkarmış oluyorsunuz. Bu son derece tehlikeli bir şey. Geçmişte kadınlar hep yazmış ama takma isimler kullanmışlar. Ve şair kadınların tarihine baktığımız zaman şunu görüyoruz; evlilik içinde şair olmak çok zor olmuş, genelde yalnız olanlar bunu sürdürebilmiş veya kadınların birbiri ile dayanışması olmuş. İki kadın birbirini desteklemiş. Evlilik içinde olanlarda, mesela diyelim ki bir şairle olan evlilikte bir sürü trajediye rastlıyoruz. Örneğin Slvia Plath- Ted Hughes meselesinde Slvia Plath’in intiharı, Ted Hughes’tan çok daha iyi bir şair olmasına rağmen Slvia Plath’in çocuklarıyla yalnız başına şairliğini sürdürmeye çalışması. Onun dışında Emily Dickinson yaşarken sadece beş şiiri yayınlanıyor ve edebiyat kanonuna dahil edilmemiş bir kadın. Kadınlar her zaman edebiyat kanonlarından dışlanmışlar zaten. Ama Emily Dickenson şu anda Amerikan edebiyat kanonunun en tepesinde. Peki nasıl oluyor bu? Öldükten sonra kız kardeşi çekmecesinde binlerce şiir buluyor. Bu binlerce şiirle Emily Dickinson Amerikan Edebiyat tarihinin yıldızıdır. Ama o yaşarken o dönemdeki erkek şairler, üniversitelerdeki toplantılara gidiyorlardı, ödüller alıyorlardı, onlarla röportajlar yapıyorlardı. Ama Emily Dickinson evindeydi. Burada Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı makalesine de atıfta bulunmak istiyorum. Bu Kendine Ait Oda’da Virginia Woolf bir kütüphaneye gider ve raflara bakar, ne kadar az kadın yazar olduğunu görür.
Shakespeare’nin bir kızkardeşi olsaydı ve Shakespeare kadar yetenekli, kültürlü bilgili, derin olsaydı bir Shakespeare olabilir miydi? diye bunu sorgular. Hatta hayali bir kızkardeş yaratır Shakespeare’ye. Bir ad verir ona. Olamazdı, çünkü toplum buna izin vermezdi. Onun başka roller içinde olması gerekirdi. Shakespeare’nin gömleklerini ütülerdi.
Z.Y. Bu bizi engelleyen sistem, başımızı çarptığımız bir cam tavan mı, diye düşünüyorum sıklıkla.
N.Y. Olabilir, öyle bir metafor kullanılabilir. Toplumsal cinsiyet rolleri her zaman kadınları bu kamusal alandan dışlamış. Özel alanda bırakmış. Tabularla kuşatmış. Başkaldıran kadınlar cadı diye yakılmış. Böyle bir tarihi var kadınların. Kadınlar da şöyle yapmışlar; yazmışlar aslında. Bir sürü şair kadın keşfediyoruz, erkek adları, takma adlar kullanarak bir biçimde kendilerini var etme yolunu bulmuşlar.
Z.Y. Çok basit bir soru sormak istiyorum. Şiirlerinizi kalemle mi klavyeyle mi yazıyorsunuz? Neden bu şekilde tercih ediyorsunuz?
N.Y. Basit sorular iyidir aslında. Şiirlerimi kalemle yazıyorum, sonra bilgisayara geçiriyorum. Ama mutlaka ve mutlaka kalemle yazıyorum. Hatta benim şiir defterlerim vardır, karalamalar halinde bir iki dize yazarım. Sonra kalır onlar. O benim bedenime ait bir şeydir. Onunla yazmak. Ayrıca şiir arkaik bir şey olmalı her zaman. Nasılsa bugün Neşideler Neşidesi hala çağdaş bir metin, Shakespeare çağdaş bir şair, bir oyun yazarı. Arkaik olanın çok önemli olduğunu düşünürüm. Tabii ki çivi yazısı ile yazmıyorum ama kalemle yazmak önemli benim için.
Z.Y. Size tekrar teşekkür etmek istiyorum. Siz bu soru için hangi cevabı verirseniz verin neden böyle tercih ettiğinizi soracaktım. O sorumun yanıtını da aldığım için teşekkür ediyorum. O zaman size başka bir soru sormak istiyorum; en sevdiğiniz şiiriniz hangisi?
N. Y. Benim hayattaki en büyük sorunum favorilerime karar verememem. Birini seversem öbürünün kalbi kırılır diye düşündüğüm için asla favorilerime karar veremem. Ama bazen dönem dönem tam ruhuma uygun bir şey olur. Bazen bir şiir yazıyorum, onu tam kalbimin üstünde taşımak istiyorum, çıkarıp çıkarıp okumak istiyorum. Çünkü o dönemki ruhuma çok denk düşen bir şiir oluyor bu. O yüzden ben şiirlerimi ezbere okurum. Defalarca okuyunca ve çok sayıda şiir dinletisi yapınca ezberime yerleşiyorlar.
Z.Y. Bu arada bir akıma ait olmayı da sevmediğinizi düşünüyorum. Toplumcu şair denilmeyi mesela. Aslında toplumcu şiirler yazıyorsunuz ve biz bu şekilde algılıyoruz.
N. Y. Evet kodlamaları ve katagorize edilmeyi de sevmiyorum. Şiir benim için büyülü bir şey. Ben yazarken kimseyi de düşünmüyorum. Rüzgâra söylüyorum onları. Sonra bakıyorum bu olmuş. Ben bunu edebiyata armağan edeyim. Ama olmayabiliyor da. Çok şiir olmuyor yani. Şiir canlı bir insan gibi. Bir şiirin olması çok zor. Bana sorarsanız, ben köşe yazıları yazıyorum Birgün gazetesinde altı yıl yazdım. Yenidüzen’de yazıyorum. Şu anda bir bir buçuk saat sürüyor o deneme özelliği taşıyan yazılar; çok hızlı yazıyorum yani. Bin tane yazdıktan sonra ustalaşıyorsunuz zaten. Ama ben çok zor şiir yazıyorum. Yani bir şiirin olması, gerçekten olması, bir insan gibi doğması, nasıl ki dokuz ay on gün sonra bir bebek doğuyor, şiirin de aslında doğması çok uzun. Geçmişteki okumaların geçmişteki deneyimlerin, yani o şiirin oluşması da bir bebeğin oluşması gibi rastlantısal bir rahme düşüş olayı gibi spermle yumurtanın rahme düşmesi gibi. Özellikle iyi bir şiir yazmak böylesine mucizevi ve zor bir süreç. Mesela İstanbul Bienali’nin bir şiir projesi var, pandemi dönemi olduğu için bu yıla ertelendi bienal. Bu şiir projesinde yer aldım ben de on beş şairle birlikte. Her ay bizden bir şiir teslim etmemizi istediler. Önce biraz ürküttü beni. Başta nasıl her ay bir şiir göndereceğim diye düşündüm. Başka bir yerde de yayınlayamıyoruz bunu. Orda bienalde sergilenene kadar ve kitap çıkana kadar. Sonra bu defterlerime başvurdum. Orda yazdığım dizeler vardı. Bazıları şiire evrildi. Orada yazdığım dizelerden oluşturduğum on iki şiiri, gönderdim. Değişik bir deneyimdi benim için.
Z. Y. Şiir yazarken belli bir ritüeliniz var mı? Örneğin belli bir müzik tarzını dinlemek, su sesi dinlemek gibi. Kendine ait bir oda.
N.Y. Yok aslında ama sabah erken daha çok yazıyorum. Uyku mahmurluğu sırasında daha çok yazıyorum. Bir müzik dinlemişsem bazen o içimde bir şiiri tetikliyor ancak müziği kapatıp yazıyorum şiirimi. Kendimi, iç sesimi dinlemem gerekiyor çünkü.
Z. Y. En sevdiğiniz şairi sorsam.
N.Y. Burada da gene aynı şekilde favorilerimi sormuş oluyorsunuz. Karar veremem, belki de benim hayattaki en büyük problemim bu en sevdiğime karar verememek. Ama zaman zaman birileri benim için çok fazla önemli olur. Çocukluğumda buna hemen Nazım Hikmet derdim tabii ki çünkü Nazım Hikmet’le çok özel bir tanışma yaşamıştım. Ama şimdi bunu söyleyemem.
Z.Y. Bunlar da o günün koşullarında o gün okuduklarımızla bağlantılı olarak değişen favoriler değil mi aslında. Çünkü benim bu benim favorim dediğim şiir veya romanlar zaman içinde değişiyor. Favorilerimiz değişiyor ve tekrar geriye de dönüş olabiliyor.
N. Y. Bir de okumadığımız şiirler ve romanlar var. Birden onu keşfedebilirsin. Favori deyip kalamıyorum orada. Yeni keşiflerim oluyor.
Z.Y. Daha bir sürü okunacak kitap var. İnsan ömrü okunması gereken bütün klasikleri bütün değerli eserleri okumaya yetecek kadar uzun değil ne yazık ki. O yüzden okurken seçici olmamız gerekiyor.
N. Y. Evet
Z.Y. Şiir yazarken ölçü kullanmayı sevmiyorsunuz, serbest ölçüyle yazıyorsunuz. Ancak yazdıklarınızın bir ritmi bir müziği var. Bestelenen şiirleriniz oldu mu?
N. Y. E var ve bunlardan bazıları çok da ünlü oldu. Yeni yeni de oluyor. Besteye çok uygun bir şiir değil benim şiirim ama bazı şiirlerim, müzisyenlerin benimle temasa geçmesi ve konuşup birlikte yaptığımız ufak değişikliklerle beste oluyor.
Z.Y. Ölçüyü değiştirecek ve ritme uygun olacak hale getirecek değişiklikler için sanıyorum bu temas.
N. Y. Evet, evet.
Z. Y. Gazetede köşe yazarı olmak şairliğinizi nasıl etkiliyor? Günlük ve toplumsal olaylar dizelerinizi işliyor mu?
N. Y. Şöyle söyleyebilirim. Ben ilk Birgün Gazetesi’nde yazmaya başladığım zaman İlhan Berk bana “Yazma, şiirinden çalarsın” demişti. Yapma böyle, yazma. Ama bu benim için çok önemliydi. Çünkü köşe yazısı çok farklı bir şey benim için. Çok hızlı bir iletişim kuruyorum okurla. Bir okurum oluştu ve bekliyor her Pazar sabahı köşe yazılarımı okumak için. Ben çok ilginç bir biçimde yazıyorum. Nasıl ki şiirde” ilk dizeyi tanrı söyler, gerisini şair yazar”. Ben de köşe yazılarımı hiç planlamıyorum. Genelde her cumartesi sabah, bunu yapıyorum. Pazar çıkıyor köşe yazılarım. Oturuyorum ilk dizeyi yazıyorum daha sonra evriliyor kendi kendine o yazı. O kadar uzun yıllardır yazıyorum ki bunu. 2006’dan beri her hafta yazmışım. Kendiliğinden akıyor gidiyor. Okur da seviyor bunları. Çünkü bir içtenliği ve bir doğallığı var bu yazıların.
Z. Y. O zaman şiirlerinizi besliyor, şiirlerinizi çalmıyor, ne dersiniz.
N. Y. Emin değilim bazıları çalıyor, bazıları besliyor olabilir.
Z. Y. Geçtiğimiz yıl Kıbrıs Edebiyatçılar Birliği’nin Pierides adına verdiği ödüle layık görüldünüz. Seçici kurul Neşe Yaşın’ı “Çok yönlü lirik dinamik erotik şiirleriyle Kıbrıs şiirine kattığı zenginlik ve Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi, barış ve yazarların iş birliği için cesur çabaları nedeniyle” ödüllendirdiğini açıkladı. Bu ödül size neler hissettirdi?

N. Y. Bu ödül pandemi döneminde verilmişti. Ve hatta ödül töreni çok yeni oldu. Ve ben de maalesef Stockholm’den gelmiştim. Hiçbir semptomum olmamasına rağmen test yapınca pozitif çıktım. Evde testler yaparak sürekli pozitif çıktığım için, belirtilerim sadece hafif bir nezle gibi olmasına rağmen kimseyi riske atmamak adına ödül törenine kızkardeşimi gönderdim. O aldı. Bu ödül beni çok heyecanlandırdı. Birincisi Pierides çok sevdiğim bir yazar. Henüz yayımlanmayan Pamukçular isimli romanının düzeltisini yapmıştım. Ve onun adına konan bir ödülü almak onurlandırdı beni. Bir Kıbrıslı Rum’la paylaştım bu ödülü. Kostas Katsonis’le ortak bir ödül olmasının sembolik olduğunu düşünüyorum. İlk kez bu ödül Türkçe yazan birisine verildi. O da çok etkileyiciydi. Bu yıl benim için ödül yılı oldu aslında. Farklı farklı ödüller aldım. Birincisi Avrupa Yurttaş ödülünü aldım. Brüksele gidip aldım ödülü. Onun dışında Bursa’da Pandemi döneminde yapmış olduğum şiir çevirileri için bir ödül aldım. Arka arkaya ödüller geldi. Eskişehir’den umut ödülü aldım. Adını çok sevdim ödülün. Persfektif Kültürün Umut ödülü’nü aldım
Z.Y. Son olarak Yakın zaman için çıkacak bir kitabınız ya da üzerinde çalıştığınız bir projeniz var mı? Varsa okuyucularımızla paylaşır mıydınız?
N.Y. Şiir kitapları zamana yayılmalı diye düşünüyorum. İyice seçip oluşturmalı bir şiir kitabına girecek şiirleri. İyi bir seçme yapmak gerekir. Uzun zamana yayılırsa daha başarılı olur. Ama yayınevleri o kadar geciktiriyor ki kitap çıkana kadar yoruluyorsun. O yüzden ben şimdiden yayınevine vereyim sıraya girsin diye düşünüyorum. Çünkü elimde var, bu bienal için yazdığım şiirler de var. On iki tane, onun dışında şiirler de var. Henüz tam oluşturmadım ama bu yaz yeni şiir kitabımı oluşturmak için çalışırım diye düşünüyorum. Yayınevinde bir sözleşme imzalansın sıraya girsin ki sonra üzülmeyeyim gecikme için. Sıraya girdikten sonra da basılana kadar ekleme yapabilirim diye düşünüyorum.
Z. Y. Bana vakit ayırdığınız ve Sorularımı cevapladığınız için çok teşekkürler. Yeni yapıtlarınızda yeni eserlerinizde görüşmek dileğiyle.
N. Y. Ben teşekkür ederim.




Bu haber 1064 defa okunmuştur

:

:

:

: