Suriye, geçmişleri Hz. Nuh’un oğlu Sam’a uzanan, Fenikeliler, İbraniler, Hititler, Persler, Büyük İskender, Roma, Bizans gibi çeşitli medeniyet ve kültürlerden beslenmiş, coğrafi konumu nedeniyle sürekli istilalara uğramış, başından bela hiç eksik olmamış ülkelerden sadece biri...
Suriye, geçmişleri Hz. Nuh’un oğlu Sam’a uzanan, Fenikeliler, İbraniler, Hititler, Persler, Büyük İskender, Roma, Bizans gibi çeşitli medeniyet ve kültürlerden beslenmiş, coğrafi konumu nedeniyle sürekli istilalara uğramış, başından bela hiç eksik olmamış ülkelerden sadece biri...
Hz. Ömer’in 635’te fethettiği ülke, 1516 yılında Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı ailesine katıldı ve 1918 yılına kadar Osmanlı yönetiminde kaldı. 1516-1918 tarihleri arasında en müreffeh devrini yaşadı. Bu dönemde oldukça fazla ilim adamı yetiştirerek insanlığa hizmet etti. I. Dünya Savaşı’nda Müttefiklerin yenilmesi neticesinde 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devletiyle imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında Fransızların işgaline uğradı. Bu işgalle birlikte Osmanlı’nın 400 yıl boyunca kardeşlik hukuku ile yönettiği ülkede, barış ve istikrar dönemi sona erdi,anarşi ve sefaletin pençesinde kıvranmaya başladı. Çoğunluğu Müslüman olan ülkeyi, Fransızlar, Ermeniler ve Nusayriler idare etti. Fransa’nın ardında yığınla problem bırakarak kısmen çekildiği ülke, 1945’te Birleşmiş Milletlere, Suriye Cumhuriyeti adıyla katıldı. 1948 Arap-İsrail savaşı, 1949 ihtilali, Sosyalist Baas Partisi diktatörlüğünün dayanılmaz baskısı derken bugünlere kadar geldi.
Vicdanlı-merhametli Osmanlı’nın kardeşliğine susayan, vicdansız, merhametsizlerin pençesinde onlarca yıldır kıvranan, rahat ve huzur yüzü görmeyen Suriye halkı, ülkelerindeki iç savaştan kendi imkânlarıyla kaçarak, hayatta kalmaya, ölümden kurtulmaya çalışıyor. Ya ülkemizde kalıp öleceğiz, ya da başka ülkelere kaçacağız. Başka seçeneğimiz yok, çaresiz durumdayız diyorlar.
Aylardır bir film izliyoruz. Senaryosunun yaşanarak yazıldığı, ölümle yaşam arasında sörf yapan, tarihi insanlık kadar eski bir ülkenin filmi bu. Geçen ay karpaz açıklarında bu filmden bir bölüm izledik. Ülkemizin kara parçasına ayak basmaktan daha büyük hayali olmayan, yaşama tutunmaya çalışan, ölümden kaçarken ölüme yakalanan ve hayalleri Akdeniz’in mavi derinliklerine gömülen 7 insanı konu alan filmden bir bölüm.
Önceki günde başka bir bölüm izledik. Konusu aynıydı. 35 Suriyeli çaresiz insanın ölümle dansı. Ama ölmediler. Ülkemizin kara parçasına ayak basamayan öncekilerinin aksine, onlar ülkemize ayakbastılar, hapis yattılar, gece yarısı gemiye dolduruldular. Yalvardılar, “help me, help me” diye. Yardım çığlıklarını duyacak, yardım edecek bir güç, uzanacak merhametli bir insan eli aradılar. Çaresiz, korku dolu bakışlarla.
Ama olmadı. BM’nin olumlu yanıt vermesine rağmen olmadı. Ne bir yardım edecek güç, nede bir yardım eli uzandı, Müslüman Türk kardeşlerinden. Aynı acıları, aynı dramı yakın geçmişte yaşamış bir Millet olarak, aynı imparatorluk çatısı altında kardeşçe 400 yüz yıl yaşamış bir halk olarak feryatlara, yardım edin, yardım edin çığlıklarına kulaklarımızı tıkadık. Biber gazıyla, güç kullanarak doldurduk gecenin karanlığında gemiye çaresiz zavallıları…
Acaba! Biz başımıza bela olarak gördüysek bu insanları, hiç olmazsa birkaç gün, Güney Kıbrıs’a geçme taleplerine olumlu yanıt veren BM’nin girişiminin neticesi beklense ne olurdu? Hiç olmazsa bunu yapsaydık bu insanlar için.
Sahi ne olurdu?