Kaliteli yaşayın; yaşamınızın tadını çıkarın!
Kaliteli yaşıyor olduğumuz hiç aklınıza geldi mi? Ada olmaktan kaynaklı iklimimiz, suyumuz, doğamız birer hazine gibi. Tertemiz, berrak, bizi biz yapan… Dışarıya çıkıyoruz ve bir bakıyoruz ki nerdeyse tüm müstakil evlerin ( Kıbrıs tabiriyle yer evi ) portakallar, limonlar, mandarinler çiçek açmış. Sokaktaki, hemen gözümüzü sağımıza, solumuza çevirdiğimiz yerdeki yabani çiçekler, rengarenk ve birbirinden güzel, aralarından bir seçim yapmamızı isteseler yapmakta zorlanırız, alımlı çiçekler. Denizimiz masmavi, belki her gün olmasa da sık sık beslediğimiz sokaktaki hayvanlarımız, sevimli, sokağa güzellik ve heyecan katan varlıklar. Yürüdüğümüz alanlarda yeşillikler, boy göstermiş bu ayda. Kuşlar, cıvıl cıvıl, aynı ağacın içinden onlarcası uçuveriyor küçücük bir hareketimizle. Yuvalarını yapmaya başlıyorlar. Tam da dönemi. Böcekler, karıncalar; hepsi ama hepsi büyük bir koşuşturmaca içindeler. Küçücük nefesleriyle dağları yıkmaya, kendilerine yaşam alanları oluşturmaya ne kadar da hevesliler. Yaşam, son hızıyla ve tüm güzellikleriyle devam ediyor, onlar için. Onların nezdinde biz, nasılız, neler yapıyoruz, çok da önem arz etmiyor olsa gerek. En azından öyle görünüyor. Dış dünyamızdan parasız, karşılıksız alabileceğimiz o kadar güzellik var ki. Bunları yaşamak, doyasıya kendimize göre olanları seçip de almak gerekiyor diye düşünüyorum.
PEKİ YA BİZ?
Bizim için durum, biraz farklı tabii. Bu günlerde gerçekçi olup Koronavirüs hastalığını ( COVID – 19 ) kabullenip eczane, market… gibi ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için dışarı çıkıyoruz. Aslında çoğumuz, kendi karantinamızı kendimiz belirlemişiz. Bu karantinayı, farklı şekillerde, farklı alışkanlıklarımızla kendimizi korumak ve bu günleri en iyi ve en verimli olarak geçirmek için uyguluyoruz. Sokağa çıktığımızda bir de bakıyoruz ki upuzun sokakta bir tek biz varız. Arabamızı alıp da biraz daha öteye bir markete gidelim diyoruz, bir de ne görelim? Anayolda bizimkinden başka araba yok. Oysaki biz, trafiğe alışmışız. Trafikte, müziği açıp sakin olmaya ya da “ Çok şanslıyım, bunun için trafik hemencecik akacak.” gibi olumlamalar yapmaya alışmışız. Hatta, “Evime hemen ulaşabilmem için neler mümkün?” sorusunu sorup bu soruyu evrene gönderiyorduk çoğu zaman. Şimdiyse, hiç bunlara gerek kalmadı. Trafik yok, her yer ve herkes, sakin. Oteller, iş yerleri, spor salonları, kafeler, restoranlar, o her gün zilini duyduğumuz okullar, artık yok. Bir süreye kadar da olmayacak. Olduğumuz yerler, artık birer hayalet şehir gibi, bomboş. Sadece binalar, eskiden olduğu gibi tüm heybetleriyle duruyorlar.
ŞAHİT OLAMADIK
Bundan bir ay önce, zamanımız olmadığı için karşı komşumuzun saçının hafiften kızıla kaçtığını fark etmemiştik. Mahallemizdeki çocukların basketbol mu futbol mu oynadıkları konusunda karar kılamamıştık. Çünkü, o yöne doğru hiç bakmamıştık. Sadece, çocukların sesleri gelmişti kulaklarımıza. Üst komşumuzun kaç çocuğu ya da nereli olduğunu merak bile etmemiştik. Çünkü, toplasan senede birkaç kez konuşmuşuzdur kendisiyle. O da bir bayram olacak ya da sabah işe giderken; akşam işten dönerken bir iki basmakalıp söz etmişizdir. Peki, hemen ötede oturan komşumuzun inanılmaz derecede güzel, bir o kadar da komik olduğunu neden bugüne kadar anlayamadık? Nasıl anlayabiliriz ki? Bizimle konuşmasına fırsat vermezsek; işten evimize döndüğümüzde, hemen eve girip TV ya da internetin başına geçersek, olacağı budur. Hemen kapımızın önünde beslediğimiz kedimizin bakışlarındaki kimsesizliği, sevgisizliği, ilgisizliği; ancak ve ancak bu dönemin sakinliği, sessizliği, boşluğu içinde anlayabiliyoruz. Bu durumu, bu boşlukta, belirsizlikte, zaman ayırıp da onun o güzel gözlerinin içine baktığımızda keşfedebiliyoruz. Balkonumuzdaki çiçeklerin tam da göbeğine bakmayı huy edinmiş olabiliriz bugünlerde. Çiçeğimizin göbeğine bakarken aslında, kendi içimize bakmak isteyişimizin haykırışlarını duyuyor, kendi kulaklarımız. İç sesimizin bir şeyleri değiştirmemiz, geliştirmemiz gerektiği konusunda bize bir şeyler söylemeye çalıştığını ilk kez duyumsayabiliyoruz. Belki bahçemizdeki tele sıkışıp kalmış, kurtarılmayı bekleyen sarı erik ağacımızın birkaç senedir bağırışlarını duyamadık. Peki şimdi? Bu sessizlikte, bu sınavda, bu karşılaşmada duymamak ne demek; acele tarafından ağacımızın yardımına koşuyoruz.
HOŞ GELDİN YENİ ALIŞKANLIKLARIM
Bu dönemde evlerimizde neler yapabiliriz? sorusunu bunları okuduktan sonra tekrardan soralım kendimize. Tavsiyeler alalım arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan ve tavsiyeler verelim onlara. Öncelikle, birlikte var olabilmeyi öğrenelim. Hepimizin birbirimize ihtiyacımız olduğunu, insanca yaşamak istiyorsak, her günümüzü bir öğrenme günü olarak tayin etmemiz gerektiğini bilelim. Radyo dinleyelim, eski filmlere bir göz atalım, eski müziklere belki. Resim yapalım bol bol, stresimizi ortadan yok etmek, anda kalmak için kendi mandalamızı çizelim veya hazır şablonları boyayalım. Ne çeşit olduğu fark etmez, yoga yapalım. Evimizin bahçesinde çocuklarımızla top oynayalım, bugüne kadar düşüncemizde, hayalimizde kurguladığımız öyküleri ya da şiirleri yazmaya başlayarak onlara yaşam verelim. Sessizlikte oturup çayımızı karıştırırken cam bardaktaki çayı karıştıran kaşığın sesini büyük bir huzurla dinleyelim. Kuşların cıvıltılarını, toprağın kokusunu, ağaçların hafif bir rüzgarda dallarının, dolayısıyla da yapraklarının salınışındaki çıkan sesi ve görüntüyü kaydedelim zihnimize. Tüm bunlar için Kore ya da Japon filmleri izlememize gerek yok. Bunların hepsi yanı başımızda. Ciddi anlamda yaşamın tadını çıkarmak, kaliteli yaşamak için, yalnızca biraz daha hissederek bakmak yeterli.