Acı ama gerçek…
SAVAŞ dünya kurulduğundan beri en büyük korku…
Yok oluş ve yok ediş…
Daha kötüsü ne olabilir!
Sözün bittiği yer…
Nedense bir türlü anlamak istemiyoruz.
SAVAŞTA KAZANAN YOKTUR…
Savaşan her iki taraf da KAYBETMİŞTİR aslında…
İKİ DUDAK ARASI HAYATLAR
Neredeyse günlerdir, yaşama dair hemen hiçbir şey yazmadım, yazamadım. Yazmak için oturduğumda hep HAYATLARI başkalarının BİR ÇİFT SÖZÜNE bağlı olan insanlar geldi aklıma...
Savaş araçlarının ölüm kusan yüzleri geldi...
Çocuklar geldi, ben ÖLMEK İSTEMİYORUM diye gözyaşı döken...
Kadınlar geldi, çaresizce BİZİ KURTARIN diye haykıran...
Yaşlılar geldi, ayaklarının son gücüyle yürümeye çalışan ya da BIRAKIN BİZİ ÖLELİM, siz KAÇIN diye haykıran...
Elllerinde sadece küçük bir bavul, KUCAKLARINDA ÇOCUKLARI ile sınırlara koşan insanlar geldi..
Çaresizce ülkesinde ateş hattına eşini ve çocuklarını bulmaya koşan babalar geldi...
Aklıma Ukrayna, Bosna, Karadağ, Makedonya, Filistin, Ahiskalılar ve daha niceleri geldi....
Bu çağda hala SAVAŞ adını yeryüzünden silmeyen, BARIŞ, ADALET, İNSAN HAKLARI naraları atan ama parmaklarını bile kıpırdatmayanlar geldi... Savaştan ÇIKAR SAĞLAYANLAR geldi.
İNSANLIK ÖLDÜ, dedirten kareler gördükçe kahroldum...
Sustum... Komşusunun matemine saygı göstermeyen insanlara benzememek için SUSTUM...
Uygarlık geliştikçe İNSAN SEVGİSİ çoğalır diye UMMUŞTUM oysa...
Hayaller gerçekleşir sanmıştım.
YANILMIŞIM...
Yıllar önce savaştan çıkan BALKAN Ülkelerini neredeyse sıra ile ( KIBATEK sayesinde ) tanıma fırsatı bulmuştum.
İşte şimdi tam zamanı diye düşünerek her birinden bir bölümü sizlerle paylaşmayı istedim.
BOSNA- HERSEK Anıları 6
( Bosna Ağıdı ve Blagay)
2.6. 2011 / Star Kıbrıs gazetesi )
Bu sabah kahvaltı sonrası Blagay’a gideceğiz. Akşam bana verilen çiçek buketi odamda... Onu ne yapacağıma karar vermeliyim. Otelin giriş katında bir kitapçı kız vardı, ona vermeli diye düşünüyorum. Cenane’den yardım istiyorum ve çiçekleri bırakıyoruz. Kız şaşkın ama mutlu...
Toparlanıp Blagay’a gidiyoruz. Burada bir Bektaşi Tekkesi varmış, onu göreceğiz. Bir de Balkanları Türkleştiren SARI SALTUK’un mezarını ziyaret edeceğiz. Derken yarım saat yolculuktan sonra dağlar tepeler arasından bir vadiye giriyoruz. Meyve bahçeleri, yemyeşil ağaçlar özellikle de nar ağaçları... Nar, mitolojide bolluk ve bereketin, çoğalmanın simgesi... Ressamlar nar ve Mostar Köprüsünü yanyana çizmeye bayılıyorlar.
Aman Tanrım galiba cennete düştük. Bir çiftliğe giriyoruz. Her tarafı heykellerle süslü, çimenler, çiçekler... Her şey kusursuz... Alanın ortasından bir ırmak geçiyor, çevresinde salkım söğütler... İçinde alabalıklar oynaşıyor... Fıskiyeler çiçekleri ve çimenleri ferahlatmakla meşgul... Tek bir yaprak, tek bir çöp yok... Kocaman lokantamsı bir binaya giriyoruz. Bu mülkün sahibi, sanat olaylarını isteyen burada gerçekleştirsin diye bir güzel de salon eklemiş. Yüreğim alkışlıyor, kendini göremediğimiz bu yerlerin sahibini... İşte bu, diyorum. Çok çok zengin olabilirsiniz, ama böyle bir sanat evini toplumun hizmetine sunabilir misiniz? Gerçek zenginlik bu bence... İşte o zaman sizi de alkışlarım...
İçecek bir şeyler ikram ediliyor ve salonda toplanıyoruz. Bosnalı ünlü şair Mileyiç STOYİÇ de aramızda. Beyaz saçlarıyla, iri yarı vücudu ile çok heybetli görünüyor ve hemen dikkati çekiyor. O da her etkinlikte bizimle... Kahkahası ve keyifli konuşmaları insanın hoşuna gidiyor. Derken sahne gibi yüksekçe yere Stoyiç’in eşi Hasiya BORİÇ çıkıyor. Bir sandalyeye oturuyor. O, bir tiyatro sanatçısı...Cenane yanımda. Her sözünü hızlı hızlı çeviriyor bana...
Hasiya Hanım, teatral bir biçimde bir ağıdı seslendiriyor. Savaşı, çekilen acıları anlatıyor. Zaman zaman ayağa fırlıyor, hesap soruyor; zaman zaman gözyaşı döküyor, elleri titriyor... Anlattıklarını yaşıyor... Acımasız savaşı yaşıyor... Ölüyor... Acı çekmiş bir toplum, bu topraklarda ordan oraya sürüklenen insanlar, kadınlar ve çocuklar... Tanrı’ya yakarış... Tanrı’ya isyan... Bazen de boyun eğiş... Ama asla unutulmayan, belleğe kazınan acılar, kareler... Her şey unutuluyor ama ölüm asla... Odissea’dan, Aristo’dan söz ediyor. Tam bir destan ... Neredeyse bir saat nefes almadan, duraklamadan, şaşırmadan konuşuyor, anlatıyor. Arada Balkan, Türk, Müslüman sözcükleri geçiyor... Salonda çıt çıkmıyor... Herkes büyülenmiş gibi... Çaresizliğin son sözleri... Ayağa kalkıyor... Şöyle haykırıyor:
“ Yeniden doğarsam, bana ihanet eden kardeşlerimi istemezdim...” diyor. Salon alkıştan inliyor... Şaşkınız, bir süre ne diyeceğimizi bilemiyoruz. En çok da ben etkileniyorum. Ben savaşı görmedim Kıbrıs’ta ama 1975 yılnda adaya geldiğim için savaşın tüten dumanlarını, her ailenin kanayan yaralarına bizzat şahidim... o yıllarda Türk Lisesinde okuttuğum öğrencilerimin anlattıkları bugün gibi belleğimde... Savaş sonrası ekonomik sıkıntıları da çok çok iyi hatırlıyorum...
Ardında hazırlanan açık büfede karnımızı doyuruyoruz. Çiftlik sınırları içindeki tüm yerleri, güllerle sarılı yolları, antika eşyalarla zenginleştirilmiş şömineli minik evi, değirmen, el arabası figürlü çiçeklikleri ve el, gül, çiçek motifli heykelleri yakından izliyoruz. Esen tatlı rüzgarda ayvalardan, elmalardan ve kirazlardan dökülen çiçekler uçuşuyor... Baktığınız her yer yemyeşil... Ah, diyorum ah! Bizim de suyumuz bol olsa, biz de Kıbrıs’ı cennet yaparız. Bizim insanımız da çiçeğe, yeşile meraklıdır... Bizde hangi bitkiler varsa, burada da aynıları var... Burası ülkenin güneyi ve denize yakın... Bu bile beni heyecanlandırıyor. Aklımdan kıyaslamalar yapıyorum.
Bu cennet yer, hepimize çok iyi geliyor. Akan suyun sesi, bir o yana bir bu yana salınan söğütler... “ Buyurun, altımızdaki çimenlere oturun...” der gibi... Gölgeler uzamaya başlarken istemeyerek çiftlikten ayrılıyoruz. Bıraksalar çimenlerin üzerinde uyuyabilirdim oysa...