Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kuzey Kıbrıs’a yaptığı çalışma ziyaretinin en önemli sözü muhakkak ki 'Yarım asrı aşan bu krizi bitirme vakti gelmiştir” çağrısı idi.
Bir sorunun ne kadar sürdüğü ile çözümünün zamanlaması ilişkili değil elbette. Öyle bir ilişki olsaydı Kıbrıs konusuna gelinceye kadar Arap-İsrail sorunu çözülmesi gerekirdi herhalde.
Şaka bir tarafa – gerçekten sadece şaka olabilecek bir laf sayın bakanın sözü – çözüm istemek, çözümün zamanının geldiğini belirtmek alkışlanacak bir tutum. Gerçekten de “tam zamanı”, “kuvvetli kaybedilmemesi gereken fırsat”, bir daha eşi bulunamayacak çözüm iklimi” veya “ya şimdi ya asla çözüm” diye bir durum olur mu? Geride bıraktığımız onyıllar boyunca duyagelmedik mi benzer ifadeleri. Bu ifadeleri sadece Davutoğlu veya benzer pozisyondaki siyasetçilerden değil dünya siyasetinin önemli isimlerinden, başbakanlardan ve hatta son dört-beş ABD başkanından da duymadık mı? Baba George Bush değil miydi “Kıbrıs yılı” iddia eden hem de bir kez değil, birkaç kez? Ya Clinton veya oğul George Bush geri mi kaldılar ondan? Obama daha diyemedi “Kıbrıs yılı” nakaratını, ama onun yerine ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ve Bakan Yardımcısı Victoria Nuland az mı gayret sarf ediyorlar? Nuland’ın kol bükme operasyonu olmasaydı görüşme sürecini ortak açıklamayla başlatmak mümkün olacak mı idi, mesela?
Peki bu yıl “Kıbrıs yılı” olacak mı?
Niye olmasın? İşte püf noktası bu soruda! Kim ne derse desin Kıbrıs sorunu çok kısa zamanda, adeta bir sihirli çubuk dokunmuş gibi çözülebilir. Ne gerekir? Sorunun iki tarafında da siyasi irade gerekir. Niye? Kaldı mı adada döndürülmeyen taş, tartışılmayan bırakın konu başlığını, alt başlığını neredeyse kelime? Sıradan Kıbrıslı, Türk veya Rum fark etmez, ezberledi iki tarafın tezlerini. Demek ki iki taraf çözüm istencine sahip olacak, bu şart çözüm için. Başka? İki taraf da halkına varılacak çözümün kendi taleplerini tam olarak karşılayamayacağını, bir acı uzlaşı olacağını anlatmalı, ikna etmelidir. Aksi halde 2004 gibi halkın biri, belki ikisi de, “Hayır” deyiverir tüm süreç çöpe atılır.
Yeter mi? Yetmez. Ankara ve Atina faktörleri de var. Eskiye göre Ankara çok değişti. Çözümsüzlük de çözümdür yerine ya çözüm, ya da B planı deniyor. Yani ya çözüm, ya da bizim empoze edeceğimiz çözüm. Nasıl olacak o? Mevcut Ankara yönetimi kendini uluslararası topluma rağmen iş görebilecek kadar ehil, becerikli ve kuvvetli hissediyor veya öyle gibi yapıyor. Yine de Ankara “Kıbrıs Türkü evet derse desteklerim” diye de önemli bir kapıyı hep açık tutuyor.
Yunanistan ise hem 2004’de yan çizdi, Annan planını kabul edemedi, savunamadı, hem de sanki çözüme destek oluyormuş gibi yapmaya devam ediyor. Çözüme destek sergilenerek ispatlanır, boş lafla değil. Elbette gün gelir görüşmeler o noktaya evrilir ise herhalde Atina bu durumla ilgili olarak yeterli şekilde aydınlatılacaktır.
Bu yetecek mi? Hayır, uluslararası iklim de müsait olmalı, uluslararası aktörler, başta İngiltere ve ABD ama ille de Rusya ve Avrupa Birliği de fotoğrafta olmalı. Niye mi? Siyasi gerçeklilik onu gerektiriyor da ondan. Uluslararası toplum çözüm istiyor ise ahkâm kesmeyi bırakıp, öyle görünmeyi bırakıp çözüme gerçek anlamda katkı koymaya başlamalıdır.
Son kamuoyu yoklamaları daha birkaç ay önceye kadar Rumların belki ilk kez %50 üzerinde bir oranla “evet” diyebileceğini gösterirken, son aylarda “hayır” istikametinde ciddi bir kayma yaşandığı ve hatta çözüm isteyenlerin %41’lere, federal çözüm diyenlerin ise %21’lere düştüğü belirtilmekte. Öte yandan Kıbrıs Türkü arasında yapılan kamuoyu yoklamalarında evet diyeceklerin oranı yüzde 70lerde dolanmakta. Bu alanda yapılacak çok iş olduğun ortada.
Peki, uluslararası aktörler? Rusya Batı Avrupa’yı kendine enerji bağımlısı halden kurtaracak, en azından çözüm imkân sunacak bir projeye evet demeyeceğini açıkça ortaya koymadı mı?
Rum yönetimine gelince, adanın tek meşru hükümeti olarak tanınıyor. BM’de meşru hükümet olarak görülüyor. Üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına bakarsak savaş da kazanabiliyor ve savaş tazminatı da alabiliyor. Peki ne diye şimdi boyun eğip, mertebe kaybı yaşasın, Kıbrıs Türk “azınlığı” gibi “küçücük bir insan grubuyla” adanın egemenliğini, yönetimini, toprağını paylaşsın? Nitekim 1974’den bu yana hiçbir Rum lideri samimi olarak çözüm istemedi, en azından bizim anladığımız anlamda güç paylaşımına, egemenlik paylaşımına ve iki halkın siyasi eşitliğine dayanan bir çözümü asla düşünmedi bile.
Rusya faktörü, ABD’nin ihtirasları, şu veya bu sebeple Türkiye Avrupa ile sağlam demir atmış siyasetinden kaymakta aynı zamanda da başka alternatifleri dikkate almaya başlamakta… Bu durumda ABD başta olmak üzere Batılı ana oyuncular adada çözümü kendi çıkarlarına görebilirler… Öyle mi acaba? Ondan dolayı mı Nuland, bu hafta adada olacak olan Biden ve yakında ziyaret edecek olan Kerry Kıbrıs diplomasisine bulanıyorlar? Yoksa ara formül peşinde mi ABD? Mesela Maraş’a “gözlemcilerin girmesi” talebi var mı ve ne anlama geliyor? Maraş dediğiniz Pandora’nın kutusu açılır ise eğer, çözüm süreci falan kalmaz, Maraş süreci başlar.
Gözlemciler Maraş’a girsin, ne olacak diyebilir miyiz? Salak isek deriz. Bugün gözlemci girer, yarın o gözlemcinin yazdığı tutanağa göre tazminat talepleri gelir, öbür gün de nasıl iade edileceğini, ne cezalar ödeyeceğimizi öğreniriz. Bu işler Ahmet beylerin, Feridun ağaların iyi niyetiyle, bana kazık atmazlar, nanik çekmezler iyiniyetiyle yürümez, faturayı ödeyemeyiz maazallah, aman dikkat.
Velev ki gerçekten Türkiye’deki eksen kaymasından endişe ederek, doğu Akdeniz gazına tamah ederek veya diğer bölgesel ve uluslararası çıkarlar gözetilerek Kıbrıs’ta çözü m istesin egemen ağabeyler, nasıl olacak bu iş? Oyunun şartları değişmeden, kuzey Kıbrıs Rum yönetiminin AB müktesebatını uygulayamadığı ve geçici olarak söz geçiremediği ama kendi toprağı olarak kabul edilip, Kıbrıs Türk egemen demokrasisini hiçe sayarak nereye gidebileceğiz?
Yani Davutoğlu istediği kadar bu sorun miadını doldurdu, artık çözüm gerek çözüm diye bağırsın, her şeyi bir tarafa bırakın, kulaklarınızı da ikinci cumhurbaşkanının “çözümle alakası yok bu kararın” martavalına tıkayın (kendisi de bal gibi inanmıyordur dediğine) birisi beri gelip anlatsın, nasıl olacak bu iş…
SOMA YÜREKLERİ KAVURDU
Soma bir kara felaket olarak yüreğimizi dağladı. Bir yandan siyah ölüme son nefeslerini veren yüzlerce kardeşimizin acısı, diğer yandan o acının yaşanmasına izin bile veremeyen ceberut bir yönetim anlayışı. Türkiye başın sağ olsun… Ve o ölen evlatlarını unutma, haklarını aramayı ihmal etme, katilleri affetme.
Yanıyor, yürekler yanıyor…