Kıbrıs meselesi öyle sanıldığı gibi sadece bir göçmenler, yerleşikler, mal mülk, yönetim yetki paylaşımı falan değildir. Hep söyler ve yazarız. Bu mesele hem iç hem de dış dengeler üzerine oturtulmalı, öyle çözülmelidir. Aksi halde çözüm imkânsız değilse bile olsa da yaşayamaz.
Tabii ki toprak, mal mülk, göçmen meselesi ve diğer başlıkların hepsi de önemli konulardır. Yönetim ve egemenlik paylaşımı dışlana bilinir mi? Ama bütün bu başlıklarda çözüm bulunsa, adanın iki halkının tüm beklentilerine cevap verilse ve kısaca “iç denge” sağlansa bile “dış denge” de sağlanmadıkça çözüm olmuş olur mu? Maalesef olmaz.
Etnik ve ideolojik kökenleri ne olursa olsun Kıbrıslılar beğenseler de beğenmeseler de bu adanın bir de uluslar arası güvenlik boyutu vardır, birçok ülkeyi ilgilendirmektedir ve ihmal veya göz ardı edilmesi mümkün değildir. Niye İngiltere 1960’da koloni idaresini sonlandırıp adaya bağımsızlığını verirken iki “egemen” askeri üs bulundurmayı şart koştu? Rusya niye ikide bir Rum yönetimiyle görüşmelere oturup Rum tarafındaki askeri liman ve tesislerden “İngiltere benzeri şartlarla yararlanma” talebinde bulunuyor? Fransa Baf havaalanıyla ilgili Rum kesimiyle niye anlaşma yaptı?
Şu malum yangına dönen “Arap Baharı” vardı ya, hangi adadaki askeri tesisler kullanılmıştı “halk ayaklanmalarına” destek olunması için bazı “demokrasi dostu” ülkelerin? Sonra o “halk ayaklanmaları” yerini “İslamcı kökten dinci” devletleşmeye veya “aşiret kavgasına” dönüşünce nereden müdahale etmişti “dünya jandarma sistemi”? Ya Saddam Hüseyin’in Irak’ına demokrasi götürülürken, Muammer Kaddafi’nin Libya’sı yerle bir edilirken hangi adanın imkânları kullanılmıştı?
Uzatmaya gerek yok, Türkiye’nin güvenliği, stratejik çıkarları için de Kıbrıs çok önemlidir. Şimdi bizim Rumlar ve daha da kötüsü “Rumlaşmış Türkler” Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun malum “Stratejik Derinlik” kitabı var ya o her derde deva sayılan, orada bir cümle bulmuşlar. Ne imiş efendim? Kıbrıs’ta tek Türk olmasa da Kıbrıs stratejik olarak Kıbrıs için önemliymiş.
Bunda ne yanlış var? Davutoğlu da olsa arada bir herkes doğru söz söyleyebilir. Nitekim bazılarının “Türkiye’nin kötü emellerinin ikrarı” olarak gösterdikleri bu cümle aslında Kıbrıs’ın ne derece önemli olduğunu anlatmayı amaçlamaktadır. Algı meselesi… Şimdi bir yer önemli ise, o önemli yerin üzerinde biraz mücevher olması daha az mı önemli yapar, önemine önem mi katar? Türkiye için yaşamsal önemi olan Kıbrıs adasında Türk varlığı tabii ki her şartta korunması gerekmektedir.
Bugün “barış” döneminde uzun araştırmalara rağmen ada sularında bulunamayan “doğal gaz” gibi gelebilir ama açık denize ulaşmasında Kıbrıs adasının Türkiye için önemini haritaya bakabilen herkes net görebilir. Bunun kelimelerle ifadesi niye bu kadar soru olabiliyor? Anlayan var mı?
Tüm eleştirilere rağmen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “bir adım önde olma” siyasetiyle, adada çözüm bulunması talebinde Türkiye’nin samimiyetini ispatlamıştır. Türkiye’nin stratejik çıkarı Kıbrıs’ın bir bölümünün veya tamamının düşman ellerinde olmamasını gerektirmektedir. Kıbrıs politikasının da en belirgin hedefi hep bu olmuştur. Federasyon veya iki devletli ama her halükarda görüşmeler ve iki halkın rızasıyla oluşturulacak bir anlaşma ve anlaşma sonrasında “kardeşçe yaşama” imkânının ortaya çıkması ana hedeftir. Ondan dolayıdır ki Türkiye Kıbrıs Türkünün kabul edeceği çözümü kabul edeceğini hep söyleye gelmiştir.
Çözümün en temel unsuru iç ve dış dengenin sağlanması, yanı iç düzenleme kadar güvenlik boyutunun da cevaplandırılmasını gerektirmektedir.
Kim nasıl görürse görsün Kıbrıs’ın iki toplumu da yakın tarihte çok ciddi travmaya uğramıştır. 1963 saldırıları, 1964’de ortak yönetimden kovulmaları, 1963-1974 döneminde uğradığı “yok etme” amaçlı saldırı ve siyasi uygulamalar Kıbrıs Türkü açısından 1974 Türkiye müdahalesini “barış ve var olma zaferi” yapmıştır. Aynı operasyon, diğer yandan, Rum halkı için göç, evinden koparılma, ağır bir fatura ve siyaseten bugün bile istismar edilen kayıp kişiler anlamına gelmektedir. Bir halk için “kurtuluş” olan diğeri için “işgal” olmuş, birisi için “bayram” olan gün diğeri için “mezalim” yıldönümüdür.
Kıbrıs Türk halkı, 1960 garanti sistemi olmasaydı bugün var olamayacaktı. 1960 sistemi olmasaydı Türkiye müdahale edemeyecek Kıbrıs Türkleri toptan öldürülecekti. Ama aynı 1960 sistemiyle gelen 20 Temmuz Rumlar için elem ve keder günü oldu.
Bu sosyolojik travma tabii ki giderilmeli, sebepleri ortadan kaldırılmalıdır ancak, Kıbrıs Türk halkı da güvenlikten yoksun bırakılmamalıdır. Efendim “BM veya AB güvenlik sağlasın” diyor aklı evveller. 1964 Mart ayından sonra 1974’e kadar Kıbrıs’ta BM Barış Gücü yok muydu? Ne yapmıştı o güç? Kıbrıs’a “normal devlet düzenini tekrar tesis etme çabasına destek” göreviyle gelen BM gücü, hükümet kontrolü sağlanacak diye Kıbrıs Türk halkına mezalim yapılmasına seyirci kalmamış mıydı? Olmaz ya, tekrar Rumların biti kanlanır Türk avı başlatırlarsa ne olacak? AB mi koruyacak Kıbrıs Türkünü, BM mi, yoksa NATO mu?
Garanti sistemi bir şekilde sınırlandırılabilir, hatta Türkiye’nin AB üyeliği sonrasında tümüyle de kaldırıla bilinir. Ancak, adada sayısı ne olursa olsun bir Türk askeri birliğinin
muhafazası en asından sosyolojik olarak şarttır.
İki halkın yaşadığı felaketler dikkate alınmadan, takıntıları, talepleri bir şekilde cevaplanmadan ne federasyon ne de iki kardeş devlet çözümü mümkün olabilir. Ancak bu konu iki cumhurbaşkanı ve görüşmecilerinin tek başlarına ele alabilecekleri konulardan değildir. Garanti sistemi beş taraflı bir uluslar arası anlaşmayla oluşmuştur, ancak beş taraflı bir anlaşmayla değiştirile bilinir.
Şimdi bizim cumhurbaşkanının sözcüsü buyurmuş. Demiş ki her ne kadar bir takvim yoksa da Eylül ayında garanti sistemini konuşmaya başlayacaklarmış.
Erken öten horoz vaziyeti mi? Belki. Hadsizlik mi? Zannetmem, o kadar toyluk olmaz. Peki bu ne durum böyle? Ne dediğinin önemini bilmeyecek kadar naif mi? Yok canım. Konunun önemi mi anlaşılmamış? Zannetmem. Peki ne? Öyle “hıyanet” falan laflarına girmeyeceğim, hepsi boş laf. Vatanseverlik kimsenin tapulu malı değil. Ama kafa karışıklığı olduğu apaçık ortada.
Sonra, unutmamak lazım, anlaşma yapmak mesele değil, halkların kabul edeceği anlaşma yapmak mesele…