Aynı zaman diliminde hatta aynı coğrafyada yaşayan inanların, aynı olayları farklı hem de çok farklı algılamaları, hatırlamaları anlaşılır şey değildir.
Kıbrıs meselesi de bu durumlardan bir tanesi. Yıllardır tartışır dururuz uluslararası konferanslarda, yuvarlak masa toplantılarında Rum ve Yunan meslektaşlarımızla; “Kıbrıslı Türkler ortak yönetimden niye atıldı?” veya “Kıbrıslı Türkler ortak yönetimden niye ayrıldı?”
Atıldılar mı, ayrıldılar mı? Atıldılar ise durum farklı, ayrıldılar ise apayrı… Hangisi doğru.
Allah rahmet eylesin, Osman Örek ile ölümünden bir süre önce yaptığımız bir sohbette Kıbrıs Temsilciler Meclisi merdivenlerinde dönemin meclis başkanı Glafkos Klerides’in kendisine “Ya yaptığımız anayasa tadilat önerilerini kabul eder içeri girersin, ya da seni namlu ucunda geri gönderirim” dediğini anlatmıştı.
Anayasa değişikliği Türkler meclise gitmemeye başladığı dönemde olduğuna göre, meclis terk mi edilmişti yoksa o değişiklikleri kabul edip geri dönülmediği için aslında meclisten Kıbrıs Türkleri atılmış mıydı?
Anlıyorum, yumurta ve tavuk hikâyesi gibi gelebilir ama durum hiç de öyle değil. Bakıldığı açıya göre anlaşıldığı kadarıyla değişik görünen bir fotoğraf ile karşı karşıyayız. Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf Denktaş mülakatlarımızda ve özel görüşmelerimizde hep “ortak yönetimden kovulma” olayına değinir, eğer yeni bir anlaşma ile tekrar ortak yönetim oluşur ise Kıbrıs Türk halkının ortak yönetimden kovulmasını önleyecek mekanizmalarda ısrar edilmesinin gereğini anlatırdı.
Eskiden kuzey-güney yoktu, fiziki ayrım yoktu ama zihinsel ve fiili ayrım vardı. Lefkoşa’dan Baf’taki veya Limasol’daki Türk bölgelerine hatta Lefkoşa’nın hemen dibindeki köylere giderken nasıl barikatlardan geçiliyordu, o barikatlarda nasıl aşağılanıyordu Kıbrıs Türkleri? Yollarda kaybolan Türklerden bahsetmiyorum bile… 103 Türk köyü nasıl boşaltılmış, Küçük Kaymaklı nasıl yakılıp yıkılmıştı? Karma köylerde komşu Rumlar nasıl komşu Türklerin üzerine yürümüş, mahalleler nasıl ayrılmıştı?
Bugünün gençliği bunları bilmez, bilmemesi de ne kadar güzel. Biz ve daha yaşlı kesim ise hatırlamak, anlatmak istemez. O da güzel. Kötü anıları devamlı hatırlayıp hayatı çekilmez, yaşanmaz yapmanın âlemi yok. Ancak, çözümün mihengi noktaları buralardan geçmeli, bu acıların tekrar yaşanabileceği durumlar yapılacak anlaşmada cerrah titizliği ile ayıklanmalı, engellenmelidir.
Bu ne “tarihte yaşamak” ne de “çözüm karşıtlığı” olarak değerlendirilebilir. Aksine, çözüm isteniyor ise yapılması gereken tam da budur. Mevcut Kıbrıs Türk yönetimi böyle mi davranmaktadır? Ciddi kuşkularım ve endişelerim vardır ama günün sonunda bu duyarlılıklara cevap verecek bir anlaşma ile halkın oyunu isteyeceklerine de güvenmek istiyorum. Çözüm Kıbrıs Türkü için kaçınılmaz bir gerekliliktir ve Kıbrıs Türkleri arasında çözüme karşı koyanlar ya muhakeme yeteneğinden yoksun ya da odun gibi bu halkın çektiği işkenceye duyarsızdırlar.
Bu duyarsızlık veya algıda seçicilik maalesef onlarla sınırlı değil. Ne zaman Rum kesimine geçsem ve ne zaman bir Rum liderle mülakat yapsam midemde ağrı hissederim, kıvranmaya başlarım. Bu adamlar uzaydan mı ışınlandılar ki Kıbrıs Türk halkıyla, çektikleriyle alakalı bu kadar az şey biliyorlar? Kıbrıs Türk halkı köylerinden kovulurken, şehirlerarası yolda koca otobüsle birlikte kaybolurken, toptan yok edilmeleri amaçlı Akritas planı ada çapında acımasızca uygulanır Kıbrıs Türkü katledilirken bu insanlar nerede idiler?
Öyle bir konuşuyorlar ki sanırsınız Kıbrıs’a dün geldiler, hiçbir şeyden haberleri yok, sütten çıkmış ak kaşık mübareklerin hepsi… Ellerindeki kanı hangi temizleyici ile giderdiler ki hiç vicdan azabı çekmiyor bu insanlar?
Lefkoşa’nın eski şehrin Rum kesimindeki kısmındaki güzel başpiskoposluk binasında veya başka mekânlarda ne zaman Başpiskopos Hrisostomos ile görüşsem sanki az önce adaya uzaydan ışınlanmış, tüm bilgisini kendisine verilen propaganda broşürlerinden aldı gibi hissederim. Hâlbuki adamcağız Baf bölgesinde karma bir köyde doğdu büyüdü. Türkçe bile biliyor, az da olsa…
Ama din adamı olduğu kadar iyi de siyasetçi ve işine gelmeyen soruları duymamakta oldukça becerikli. “Din adamı olarak Kıbrıs Türküne izolasyon uygulanmasını nasıl hazmediyorsunuz? Bu insanlık suçu değil mi?” diyorum tık yok… Bana Kıbrıs Türkleri ile Rumların 1974 öncesinde nasıl iyi yaşadıklarını anlatıyor. Bir ara “Ya bu adam yanlış söylüyor, ya da ben başka Kıbrıs’ta yaşamışım çocukluğumu” diyesim geldi…
İşin kötüsü başpiskopos inanıyordu da sözlerine, hiçbir duraksama olmadan, beni ikna etmeye çalışıyordu Kıbrıs’ta bir zamanlar nasıl beraber iki halkın dini bayramları coşku içerisinde kutladıklarına… “Ya öldürülenler” diye çıkışmaya çalışınca da, duymuyordu bile…
On yıllardır Türklerin “evet demesine gerek duyulmadan” on binlerce Mısırlı, eski Sovyetler Birliği topraklarından ve hatta Yunanistan’dan etnik Yunan göçmen alınıp vatandaş yapılmasına ses çıkarmayan Hrisostomos, Türkiye’den gelen ve Kıbrıs’a yerleşenlere karşı şahin. Her ne kadar 2009’da “parazit” olarak tanımladığı “Türk yerleşikleri” artık sadece “yasadışı” olarak gördüğünü söylese de sözleri yenir yutulur gibi değil: “Kıbrıs’ta evliler kalabilir fakat diğerlerinin evlerine gitmeleri lazım. Resmi olarak kabul etmiyoruz. Demografik olarak bunun değişmesi için Türkiye Türklerini getirdi. Türkiye nüfusu çoktur, bizim nüfusumuz azdır. Böylelikle nüfusun sentezi bozuluyor. Biz burada evlenenleri kabul edeceğiz. Nüfus bakımından çoğunluk olduklarından bahsedecekler ve böylelikle istediğiniz olacak. Türkiye’de evleri var, oraya gidip oturmaları lazım. Ama insancıl bakımdan burada evlenmiş kişiler burada kalacak.”
Doğrusu ben başpiskoposun bu sözlerini fazla dikkate almadım hatta mülakatı yazmaya gerek görmeyip sadece Ada TV’de yayınlanmasını yeterli gördüm. En azından artık “parazit” demeyi bırakmasını önemli görsem de yıllardır onunla yaptığım mülakatlardan çok farklı bir öğe görmedim sözlerinde. Zaten mülakat yazılı basında Star Kıbrıs’ta da geniş şekilde verilmişti ayrıca köşemde yazmayı pek gerek görmedim.
Bu sözlerin KKTC’de büyük yankı görmesi ve protesto edilmesini ise hoş bir durum oldu. Demek ki KKTC’de de hakların savunmasında artık siyasetçiler yalnız değil. Yoksa, siyasetçilere hatırlatma yapma gereği mi duyulmaya başlandı, durum o kadar kötü mü?
Espri bir tarafa, bugün gelinen noktada 1974 ve sonrasında Kıbrıs’a yerleşen, emeği ile, alın teriyle Kıbrıs’ı kendine vatan yapan ve vatandaşlık hakkını kazananlar elbette ki KKTC’nin imzalayacağı bir anlaşmada Kıbrıs Türk halkı diye tanımlanan halkın üyeleri olacaklarıdır. Aksi düşünülemez bile. Tabii ki Kıbrıs Türk kültürünün korunması ve geliştirilmesi endişelerimiz vardır. Asimilasyon devam etmektedir. KKTC’nin müstemlekeleşmesi durdurulmalı, Kıbrıs Türk kimliği kuvvetlendirilmelidir. Ancak, Kıbrıs’ı vatan yapan Anadolulu ile 1977’den bu yana hayatını Türkiye’de geçiren bu gazeteciyi ve yurt dışında yaşayan on binlerce Kıbrıs Türkünü dikkate aldığımızda tabii ki o Kıbr4ıs’ı kendine “vatan” yapan Anadolulular bizden daha Kıbrıslı değil mi?
Algı meselesi zor iştir. Nereden ve nasıl bakıldığı önemlidir. Ancak, bir din adamının merceği insanlık odaklı olmalı değil mi?