Gözleri açılanlar, hafızası kapananlar

Dünya bir nükleer kıyametin eşiğinde. Biz göz ameliyatı geçiren bir mahkûmun barış çağrısını konuşuyoruz. Bu arada vrupa Parlamentosu’nun “yok hükmünde” kararları ve içimizde filizlenen mikro milliyetçilikleri tartışıyoruz. Akl-ı selim nerede?

Dünya bir nükleer kıyametin eşiğinde. Biz göz ameliyatı geçiren bir mahkûmun barış çağrısını konuşuyoruz. Bu arada vrupa Parlamentosu’nun “yok hükmünde” kararları ve içimizde filizlenen mikro milliyetçilikleri tartışıyoruz. Akl-ı selim nerede?

Tartışma büyük. İmralı’nın özel konuğuna Ankara’da göz ameliyatı… Bir mahkûmun gözlerine dair yapılmış tıbbi bir müdahale, ülkede siyasal gündemi belirleyecek kadar sembolik hâle gelmişse, orada başka bir şeyin görme yetisini kaybettiği ortadadır. Basında çıkan haberlere göre, Abdullah Öcalan Ankara’ya getirilmiş, göz ameliyatı geçirmiş, adadaki özel hapishanesine dönmüş, ardından örgütün 5-7 Mayıs’ta topladığı kongreye “katkı” sunmuş… Ve yasadışı Kürdistan İşci Partisi (PKK), Öcalan’ın “silah bırakma” çağrısıyla “tarihi kararlar” almış.
Gözlerin açılması tabii ki mühim. Ancak Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey, fiziki değil, ahlaki ve siyasi bir görme yetisinin geri kazanılmasıdır. Yani “görmek” değil, “idrak etmek” meselesidir esas olan. Göz ameliyatlarıyla değil, tarih ve vicdan muhasebesiyle çözülmesi gereken bir karanlık içindeyiz.
Karar mı, kurgusal bir takdim mi?
Fırat Haber Ajansı’nda yayımlanan açıklamada, “iki ayrı alanda” yapılan kongrelerde “bütün çalışma alanları” temsil edilmiş. Alınan kararlar ise henüz paylaşılmadı; zira “iki paralel alandaki belgeler birleştirilecekmiş.” Bu ifade bile başlı başına bir politik parodi. İki alanda paralel evrende yapılan, sonra da “birleştirilecek” kararlarla mı yüzleşeceğiz?
Bu tür beyanların, Türkiye’nin hassas iç dengeleri kadar, bölgesel güvenlik denkleminde de bir dizi manipülatif etki yaratmaya yönelik olduğu açık. Ancak asıl sorgulanması gereken nokta, bu açıklamaların siyasal sistemimiz içinde nasıl bu kadar geniş yankı bulabildiğidir.
DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan, “tarihi kararı büyük bir ciddiyetle bekliyoruz” dedi. Oysa siyasal ciddiyet, şiddeti ve onun yapısal aktörlerini merkeze alarak değil; demokratik müzakerenin sınırlarını net çizerek inşa edilir. Barış, gözlerden değil; hukuktan ve hakikatten doğar. Bu ülkede silah bırakmak için kongre değil, hukuk gerekir.
Keşmir’de savaş, bizde sessizlik
Hindistan ile Pakistan arasındaki gerilim, yalnızca iki ülkenin değil, tüm dünyanın geleceğini tehdit ediyor. Pakistan’ın, Türkiye üretimi SİHA’larla Hindistan’a “yanıt verdiği” iddiası, başka açılardan değerlendirilmeye muhtaç. Askeri ihracatla övünmek kolay, ama onun diplomatik sonuçlarını soğukkanlılıkla tartışmak zor.
Nükleer savaş ihtimali, bugüne kadar hep “bir ihtimal”di. Şimdi ise Keşmir’de her an tetiklenebilecek bir gerçeklik. Ve biz, bu ateş hattına isim olarak dâhil olmaya başlıyoruz. Ancak bu sefer taraflardan biri olarak değil, teknoloji sağlayıcısı olarak. Bu da sorumluluk demek.
Akıl üstü gündemler, derinlerde gerçeklikler
KKTC’de birkaç gündür gözlemlediğim manzara, dünya siyasetinden kopmuş bir ada görüntüsü değilse nedir? Üçüncü dünya savaşı senaryolarının yazıldığı bir çağda, biz hâlâ kim hangi makamda oturacak tartışmasındayız. Oysa küresel kırılma anları, küçük toplumların kaderini belirleyen en kritik eşiklerdir.
Ve şu anda Rum kesiminin gözünden bakıldığında: “İşgal duvarı yıkılıyor” retoriği sadece söylem değil, adım adım uygulanan stratejinin özüdür. Mikro milliyetçilik virüsü, Kuzey Kıbrıs’ta halkı içeriden bölerek yok etmenin yeni yoludur. Bu taktik, kâğıda dökülmese de sahada başarıyla işliyor.
Metin Aybars gibi bir kahramanın ebediyete yürüdüğü günlerde kuzey Kıbrıs’ta halkı iki kutuba bölme çabalarından elbette öncelikle iktidardakilerin ama genel olarak tüm siyasi erkin paniklemesi gerekmiyor mu? Bir yandan başörtüsü, hürriyetler üzerinden, diğer yandan yolsuzluk iddiaları, bir birinin ayağına çelme atma operasyonları maalesef mikromilliyetciliği ve kutuplaşmayı körüklemekten başka hiçbir amaca hizmet etmemektedir.
İsrail sınırı Türkiye’ye dayandı
Türkiye’nin desteklediği Suriye bölgeleri, İsrail’in doğrudan hava saldırılarının hedefi. İsrail, İran’ı vurmak bahanesiyle, Türkiye’nin kontrol ettiği alanlarda fiili bir üstünlük kurmaya çalışıyor. Trump’ın “hatırı var” ama ABD liderinin Türkiye ile İsrail arasında sıkıntı istemese ve gerekirse iki ülkenin ilişkilerini düzeltmede arabulucu olmayı çok istese de ciddi potansiyel bir vaziyetle karşı karşıya olunduğu bir vakıa.
Ortadoğu’da savaşın doğrudan temas hattına dönüşen Türkiye, bu tabloyu “milli gurur” ile değil, milli çıkarlarla değerlendirmelidir.
Bu saldırılar karşısında takınılan diplomatik tavır, çoğu zaman ürkek ve çok katmanlı. İsrail karşısında net bir duruş yerine, denge arayışının her zaman işe yaramadığı görüldü. Ülkenin güvenliği, açıklamalardan değil; stratejik öngörüden geçer.
Avrupa’dan gelen yakıcı rüzgar
Avrupa Parlamentosu’nun kabul ettiği 27 sayfalık Türkiye raporu, klasik bir “üyelik ilerleme” metni değil, yakıcı, yıkıcı bir rüzgar, hatta çok daha fazlasıdır. Raportör Sanchez Amor’un ifadesiyle, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yakınlaşabilmesi için önce hukuk devletine geri dönmesi, ardından da ekonomik reformları gerçekleştirmesi gerekmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelik son dönemdeki yaklaşımı ise, askeri iş birliği ve stratejik uyum üzerine kurulu. Ancak Avrupa net: Savaş uçaklarıyla değil, demokratik kriterlerle gelin.
“Yok hükmündedir” denilen bu rapor, aslında Türkiye’nin dış politikada yürümek istediği yön ile dünyada algılandığı yön arasındaki makasın belgesi. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın “yok hükmündeki” sözleri, bir halkla ilişkiler refleksi olabilir ama bu raporun etkisizliği anlamına gelmez.
Mikro milliyetçilik
Rum istihbaratının sistematik olarak Kıbrıs Türk toplumu içine enjekte ettiği “mikro milliyetçilik” projesi, bugün itibarıyla siyasal yansımalarını göstermeye başlamıştır. Her gün yeni bir bölünme, her gün yeni bir hizipleşme…
Bu proje, yalnızca kuzeydeki iradeyi kırmakla kalmıyor; aynı zamanda Türkiye’nin Kıbrıs’ta sürdürmeye çalıştığı iki devletli çözüm önerisini de zayıflatmayı hedeflemektedir. Mikro milliyetçilikle parçalanan bir toplum, kendi varlığını savunamaz hâle gelir. Özellikle cumhurbaşkanlığı hedefine odaklanan siyasilerin Ankara’nın iki devletli çözümde kararlı olduğunu; Türkiye desteği olmadan seçilebilmenin mümkün ama yönetebilmenin imkânsız olduğunu görmeli ve politikalarını ona göre kalibre etmeleri gerekmektedir.
Aklıselim nerede?
Dünya diken üstünde. Keşmir’de, Suriye’de, Ukrayna’da, Tayvan’da savaş ihtimalleri konuşuluyor. Ülkeler savunma bütçelerini artırıyor, nükleer tehditler tekrar gün yüzüne çıkıyor. Ama biz ne yapıyoruz? Bir “göz ameliyatını” siyasal çözümün habercisi sanıyoruz. Veya bir raporu “yok hükmünde” ilan ederek diplomatik bir manevra gerçekleştirdiğimizi düşünüyoruz.
Oysa gerçek şudur: Türkiye’nin sadece gözünü değil, zihnini açması gerekiyor. Barış süreci, bir mahkûmun ameliyatıyla değil; toplumun tamamının siyasi rehabilitasyonuyla başlar. Avrupa ile ilişki, uçak alımıyla değil, yargı bağımsızlığıyla kurulur. Kıbrıs meselesi, yalnızca hamasetin değil, stratejik aklın ürünü olmalıdır.
Ve evet, aklıselim hâlâ aramızda değil. Ama belki hâlâ yoldadır.

Bu haber 400 defa okunmuştur

:

:

:

: