Cumhurbaşkanlığı seçimine aylar kala KKTC’de iç siyasi dengeler yeniden şekilleniyor. Bir yanda Ankara destekli iki devletli çözüm politikası, diğer yanda esnek federasyon ve iş birliği modellerini savunan muhalefet yükselişte. BM’nin yeni özel temsilcisiyle başlayacak gayrı resmi görüşmeler adada çözüm arayışına diplomatik ivme kazandırıyor.
Kıbrıs meselesi, her diplomatik döngüde bir umut penceresi açarken, hemen ardından kapanan bir dosya halini almaktan kurtulamıyor. 2021 Cenevre görüşmelerinin ardından, Birleşmiş Milletler’in çözüme yönelik girişimleri beklemeye alınmışken, şimdi yeni BM Genel Sekreteri Özel Temsilcisi María Angela Holguin Cuellar’ın 22 Mayıs itibariyle adada gerçekleştireceği temaslarla fiilen görevine başlaması, yeni bir müzakere dönemine dair ihtimali gündeme taşıyor. Ancak masanın kurulup kurulamayacağından önce, bu masada hangi modelin tartışılabileceği esas mesele.
Diğer yandan 19 Ekim’de her zaman olduğu gibi “hayati” olarak tanımlanan bir cumhurbaşkanlığı seçimi yaşayacak Kıbrıs Türk halkı. Çeşitli kamuoyu yoklamaları yapılıyor. Bu araştırmalar büyük bir sürpriz yaşanmaz ise seçimin sonucunun ancak ikinci turda alınabileceğini, büyük olasılıkla ikinci turda mevcut Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile Cumhuriyetci Türk Partisi (CTP) lideri Tufan Erhürman’ın yarışacağı beklentisini uyandırmakta. Elbette seçim sandığı ortaya konup halk tercihini yapıncaya kadar kim kazanır, kim kaybeder kimse kesin olarak tahminde bulunamaz. Yine de birçok analist Ankara’nın 2020 seçimindekine benzer bir şekilde müdahalede bulunmaması durumunda değişik ve sürpriz sonuç alınabileceğini vurguluyorlar.
KKTC ve ada böyle tarihi bir süreçte iken bir grup gazeteci ile birlikte Kıbrısta idim. Tatar ve Erhürman’ın yanı sıra, önceki görüşmeci ve dışişleri bakanlarından Halkın Partisi (HP) lideri Kudret Özersay, parti kurma hazırlıkları içerisindeki Serdar Denktaş, önceki görüşmeci Ergün Olgun, PRIO Kıbrıs direktörlerinden Mete Hatay ve sendikacılar ile kapsamlı görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerden üç bölümlük bir analiz hazırladım. Bugün birinci bölümü sunuyorum.
Kıbrıs’ta federasyon defteri kapandı mı? Yeni diplomatik raund başlıyor mu?
İki tarafın çözüm vizyonları birbirinden tamamen kopmuş durumda: Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye artık açık biçimde iki devletli çözümü savunuyor. Rum tarafı ise hâlâ iki toplumlu, iki bölgeli federasyon modelini tek seçenek olarak gündemde tutuyor. Bu denklemde üçüncü taraflar, özellikle Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler, uzun zamandır geçerliğini yitirmiş federatif çözümü savunmakla eleştiriliyor. Peki, gerçekten federasyon defteri kapandı mı?
Kıbrıs meselesi, yarım asrı aşkın süredir çözüm masalarında dönüp duran, her diplomatik döngüde bir umut penceresi açarken hemen ardından kapanan, çözümden çok statükoyu tahkim eden bir dosya haline geldi. Bu girift dosya yeniden gündemde: Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in Özel Temsilcisi olarak atadığı Kolombiyalı diplomat María Angela Holguín Cuéllar, 22 Mayıs 2025 itibariyle Ada’daki taraflarla gerçekleştireceği ilk temaslarla fiilen görevine başlayacak.
Holguín Cuéllar’ın ilk görev dönemindeki temasları sonrası BM’ye sunduğu raporda “ortak zemin yok” ifadesini kullandığı öne sürülmüştü. Şimdi yeni tur temaslar başlatması, müzakere sürecine bir ivme kazandırma ihtimali doğuruyor. Ancak esas mesele, masanın yeniden kurulup kurulamayacağından önce, o masada ne tür bir çözüm modelinin tartışılabileceği.
Çünkü Ada’da artık “federasyon” ve “iki devletli çözüm” arasında sadece siyasi bir farklılık değil, bir varlık-yokluk mücadelesi biçiminde kutuplaşmış iki farklı diplomatik tahayyül söz konusu. Bir yanda Türkiye ve KKTC tarafından savunulan iki devletli model, diğer yanda BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı federatif çözüm arayışı…
Bu bağlamda şu temel sorunun yanıtı giderek netleşiyor: Kıbrıs’ta federasyon defteri gerçekten kapandı mı?
Tatar: İki devletli çözüm geri dönülmez bir yoldur
KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, görevde bulunduğu süre boyunca Kıbrıs sorununa dair en temel dış politika yönelimi olarak iki devletli çözüm modelini benimsemiş ve bunu yalnızca siyasi bir tercih değil, bir “diplomatik mecburiyet” olarak tanımlamıştır. Tatar’a göre federasyon arayışı, yıllar süren müzakere süreçlerinin Rum tarafının uzlaşmaz tutumu nedeniyle defalarca başarısızlığa uğramıştır ve artık tarih olmuştur.
“Federasyon demek, Türkiye’nin buradan çıkması demektir. Dolayısıyla federasyon devri kapanmıştır bize göre. Kim ne derse desin.”
Bu sözler sadece bir siyasal pozisyonun ifadesi değil; aynı zamanda Türkiye ile ortak yürütülen bir dış politika hattının, müzakere zeminini belirleyecek şekilde şekillendiğini göstermektedir. Tatar’ın çizgisi, yalnızca KKTC’nin değil, Ankara’nın da dış politika vizyonuyla bütünleşmiş durumdadır.
Yeni yerleşke, yeni siyasi mimari: Tatar–Erdoğan uyumu
Tatar’ın bu siyasi çizgisi, yalnızca söylemsel bir duruş olarak kalmamış, mekânsal ve kurumsal boyutlara da taşınmıştır. Lefkoşa’nın kuzey sınır hattında, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla inşa edilen yeni Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi, Tatar döneminin sembolü haline gelmiştir. Yerleşke, sadece mimari değil, aynı zamanda siyasi anlamlar yüklü bir yapı olarak kamuoyunun gündemindedir.
Bu kompleks; Cumhurbaşkanlığı binası, yeni meclis yapısı ve dev bir camiden oluşmaktadır. KKTC muhalefetince “Ankara’nın gölgesi” eleştirilerine konu olan bu yapının bir diğer tartışma alanı da üzerine inşa edildiği arazinin mülkiyet durumudur. Türk tapulu olmayan, muhtemelen Rum malı olan bir bölgede inşa edilmesi, gerek hukuki gerekse siyasal açılardan tartışma yaratmıştır.
Ancak Tatar’a göre bu eleştiriler “suni gündemlerdir.” Ona göre önemli olan, KKTC’nin devlet mimarisini tahkim eden, güçlü ve itibarlı kurumsal yapılar inşa etmektir. Bu yerleşkenin mesajı nettir: KKTC kalıcıdır, geri dönülemezdir ve federasyon hayalleri için geri adım atılmayacaktır.
“3D formülü” ve Rum tarafına sert eleştiriler
Tatar’ın çözüm politikası, yalnızca içeriye değil, uluslararası kamuoyuna da doğrudan mesajlar içermektedir. Özellikle Rum tarafının Kıbrıslı Türklere uyguladığı izolasyon politikasına karşı geliştirdiği “3D formülü” — doğrudan ticaret, doğrudan uçuş, doğrudan temas — çözüm sürecinin ön şartı olarak öne sürülmüştür.
“Rum tarafı bizimle herhangi bir şekilde güç paylaşımına gitmek istemiyor. Ne BM, ne AB, ne insan hakları… Hiçbir şey dinlemiyorlar. Türkiye’ye bel altı vuruyorlar, burayı çökertmek için.”
Tatar’a göre, Rum tarafının bu sert ve dışlayıcı tutumu sadece müzakere sürecini tıkamakla kalmıyor, aynı zamanda Kıbrıs Türk halkının gündelik hayatını da cezalandırıyor. Ercan Havalimanı’nın “işgal altındaki toprak” sayılması, Kuzey Kıbrıs’tan mülk alan yabancıların Rum makamlarınca tutuklanması gibi adımlar, Tatar tarafından insan haklarına aykırı, etnik ayrımcılıkla örülü bir ambargo sistemi olarak tanımlanıyor.
Türk devletleri ve AB baskısı: Gerçekçi diplomasi vurgusu
Geçtiğimiz aylarda bazı Türk Cumhuriyetlerinin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) büyükelçi atamaları da Tatar’a sorulduğunda, bu gelişmeleri dramatize etmemeyi tercih etti. Tatar’a göre bu tür diplomatik adımlar, Avrupa Birliği’nin baskısıyla atılmış ve sembolik düzeyde kalan jestlerdir.
“AB zorladı onları. Kendi menfaatleri bakımından öyle uygun gördüler. Ama ben bunu çok önemsemek istemiyorum. Esas işleri burada, KKTC’de. Büyükelçiler zaten Ankara’dan gelip burada işlem yapıyor.”
Bu yaklaşım, Tatar’ın diplomasiyi salt şekil değil, sahadaki gerçeklik üzerinden okuduğunu gösteriyor. Ona göre Kıbrıs’ta önemli olan, uluslararası kabul değil, devletin fiilî işleyişini ve iradesini korumaktır.
Tatar’ın pozisyonu: Stratejik gerçekçilik mi, siyasi itaat mi?
Tatar’ın liderliği, bazı çevrelerce “Ankara’nın uzantısı” olarak değerlendirilse de, onun savunduğu çizgi, destekcileri açısından da hem Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygılarını hem de Kıbrıs Türk halkının tanınma ve eşitlik taleplerini aynı potada eritmeye çalışmak olarak değerlendirilmekte. Bu bağlamda, Tatar’ın politikası, “egemen eşitlik” talebinin içini fiilî bir devlet inşasıyla doldurma çabasıdır.
Ancak bu yaklaşım, uluslararası meşruiyet ve çözüm süreci açısından sık sık tıkanmaktadır. Çünkü BM’nin kararları ve AB’nin çizgisi değişmeden, iki devletli çözüm modeline geçiş mümkün görünmemektedir. Bu durumda Tatar’ın politikası, kısa vadede iç konsolidasyon sağlasa da, uzun vadede çözüm üretmeyen bir çıkmazı da yeniden üretme riski taşımaktadır.
Rum tarafı: Tek yol federasyon
Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis ve Rum siyasi elitleri, BM kararlarında yer alan “iki toplumlu, iki bölgeli federasyon” modelinden başka herhangi bir çözüm seçeneğini resmi olarak tartışmayı reddetmektedir. Onlara göre Kıbrıs Cumhuriyeti zaten uluslararası meşruiyete sahip, AB üyesi bir devlettir. Dolayısıyla “KKTC’nin tanınmasına gidecek herhangi bir çözüm modeli,” devletin tekliğini tehdit eder.
Ancak bu tutum, tarihsel ve sosyolojik bağlamdan kopuk bir statü muhafızlığı olarak eleştirilmektedir. Çünkü 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, iki toplumun ortaklığı üzerine kurulmuş ve sadece üç yıl içinde fiilen çökmüştür. Kıbrıslı Türkler 1963’ten itibaren cumhuriyetin yönetiminden dışlanmış, 1974’teki Türk müdahalesi ise Ada’yı fiilen ikiye bölmüştür. Bugün federasyon talebiyle masaya oturan bir Rum liderlik, bu tarihi arka planı yok saymakta ve Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini sürekli “göstermelik” düzeyde tutmaktadır.
Rum tarafı, federasyonu ancak Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında üniter bir devlet modeline evrilmiş bir biçimde tahayyül ediyor. Bu yaklaşımda dönüşümlü başkanlık, veto hakkı, eşit temsil gibi temel unsurlar ya reddediliyor ya da “birincil halk” pozisyonundan bakıldığında meşru kabul edilmiyor.
Crans-Montana: Siyasi eşitlikte tıkanan, şehirden kaçılarak terk edilen müzakere
2017 yılının Temmuz ayında İsviçre’nin Crans-Montana kasabasında toplanan müzakere masası, Kıbrıs sorununda belki de son gerçek federatif çözüm fırsatının kaçırıldığı yer olarak tarihe geçti. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in bizzat katılım sağladığı bu görüşmeler, sadece Kıbrıs’taki iki toplum liderlerini değil, garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ı da kapsayacak şekilde yapılandırılmıştı. Guterres’in “çerçeve belgesi” adı altında sunduğu yol haritası, çözümün tüm teknik ve siyasal başlıklarını kapsamaktaydı.
Görüşmeler boyunca Türk tarafı, özellikle yönetim ve güç paylaşımı, toprak düzenlemeleri, mülkiyet, Avrupa Birliği’ne uyum gibi konularda önemli esneklikler göstermiş, büyük tavizler vermişti. Aslında bu başlıklarda, Rum tarafının taleplerine cevap verecek şekilde, Türk tarafının ciddi özverilerle uzlaşmaya vardığı bir çerçeve oluşmuştu. Masada kalan tek temel başlık ise “Güvenlik ve Garantiler”di. Bu başlıkta karar verici taraflar, Kıbrıs Türkleri ve Rumların yanı sıra üç garantör ülkeydi.
Ancak Türk tarafının tüm iyi niyetine ve müzakere gücüne rağmen, süreç beklenmedik şekilde çökme noktasına geldi. Çünkü tam da garantör ülkelerin devreye girerek çözüm anlaşmasını şekillendireceği aşamada, siyasi eşitlik meselesinde kritik bir kriz patlak verdi.
Türk tarafı, kurulacak federasyonun iki kurucu devleti arasında dönüşümlü başkanlık ve eşit yönetime katılım ilkesini vazgeçilmez olarak savunuyordu. Ancak Rum tarafı, bu temel siyasi eşitlik ilkesini fiilen reddetti. Özellikle, o dönemde Rum Dışişleri Bakanı olan ve bugün Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan Nikos Hristodulidis’in müdahaleleriyle sürece bir tür diplomatik sabotaj gerçekleşti.
Anlatılanlara göre, Rum tarafı, Anastasiades liderliğindeki heyetle birlikte, bu siyasi eşitlik taleplerini provoke eden bir tutum sergileyerek, uzlaşının eşiğine gelinmişken, Türk tarafının kazanımlarını “maksimalist talepler” gibi sunmaya başladı. Bu ortamda Rum lider Nikos Anastasiades, BM heyetine bilgi vermeden, bir akşam saatinde müzakere masasını terk etti; deyim yerindeyse alacakaranlıkta Crans-Montana’yı kaçarak terk etti.
Bu dramatik çekilme, sürecin sonunu getirdi. BM, 10 gün boyunca Crans-Montana’da hazırlık, uzlaşma ve çözüm atmosferi yaratmak için çabalarken, Rum tarafı son kertede siyasi eşitliği kabul etmeye yanaşmayarak süreci çöpe attı. Bu, sadece Kıbrıs Türk tarafında değil, Türkiye’de de federatif çözüme dair tüm umutların tükendiği andı.
Bugün, Türkiye ve KKTC’nin birlikte savunduğu “iki devletli çözüm” politikası, doğrudan Crans-Montana’daki bu başarısızlıktan doğan diplomatik hayal kırıklığının sonucudur. Çünkü Crans-Montana, yalnızca bir çözüm masasının dağılması değil; aynı zamanda federasyon hayalinin, Rum tarafının egemenlik ve yönetimi paylaşmaya hazır olmadığı gerçeğiyle sona erdiği noktadır.
Erhürman: Federasyon ezberi değil, siyasi gerçeklik üzerine kurulu bir formül
CTP lideri Erhürman, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine “çözüm odaklı ama gerçekçi” bir pozisyonla hazırlanıyor. Ersin Tatar’ın “iki devletli çözümden geri dönüş yok” politikasını eleştiren Erhürman, Kıbrıs Türk halkının ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde karşı karşıya kaldığı izolasyon, tanınmama ve stratejik yalnızlaşma risklerine dikkat çekiyor.
Erhürman’a göre mevcut iki devletli çözüm yaklaşımı, yalnızca BM kararları ve uluslararası hukuk açısından değil, Türkiye’nin Kıbrıs’taki garantörlük statüsünün sürdürülebilirliği açısından da sorunludur. Ona göre iki ayrı devlete dayalı çözüm formülü, fiilen KKTC’nin tanınmamasıyla zaten işlevsizleşmişken, aynı zamanda Türkiye’nin adanın tamamı üzerindeki tarihî haklarını da zayıflatmakta ve tüm müzakere pozisyonlarını çıkmaza sokmaktadır.
“İki devletli çözüm dediğiniz zaman, Birleşmiş Milletler tarafları çağıracak masaya ve ‘Ben KKTC’yi tanıyorum’ diyecek… Bu mümkün mü? BM’nin 541 ve 550 sayılı Güvenlik Konseyi kararlarını kaldırması gerekir. Bu kararları kaldırmak için beş daimi üyenin oybirliği gerekir. Bu mümkün mü?”
Bu sözleriyle Erhürman, iki devletli modelin bir tür diplomatik illüzyon olduğunu; uluslararası gerçekliğe dayanmadığını, iç kamuoyuna yönelik bir siyasi söylemden öteye geçemeyeceğini vurguluyor.
Bunun yerine önerdiği model ise klasik federasyon anlayışını aşan, daha esnek ve siyasi eşitliğe odaklı bir yapı: Kurucu devletlere dayalı gevşek federasyon. Erhürman bu modeli şöyle tanımlıyor:
“Annan Planı’nda örneği olan, iki eşit kurucu devlete dayalı, yetkilerin çoğunun bu kurucu devletlerde olduğu, merkezi federal yapının sınırlı ve sayılı yetkilerle donatıldığı bir sistem. Bu yapı, tek egemenlik ilkesini korurken, kurucu devletlerin iradesini ve iç yönetimini güvence altına alır.”
Bu tanım, teknik olarak federasyonla konfederasyon arasında bir çizgide duruyor diye izah eden Erhürman’a göre bu model, hem uluslararası toplumun “tek egemenlik” beklentisini karşılıyor, hem de Kıbrıslı Türklerin tarihî olarak talep ettiği yönetime etkin katılım ve eşit ortaklık şartını içeriyor.
Çözüm için ön şart: Siyasi eşitlik
Erhürman’ın pozisyonunu farklılaştıran bir diğer önemli unsur, müzakere masasına dönüşün ancak ön koşullarla mümkün olabileceğini savunması. Ona göre, Rum tarafı 50 yılı aşkın süredir müzakere masasını kendi lehine şekillendirmiş ve Kıbrıs Türklerini “toplum” düzeyinde muhatap olarak kabul ettirmiştir. Bu nedenle CTP’nin kırmızı çizgisi şudur: Cumhurbaşkanlığında rotasyon dahil siyasi eşitliğin pazarlık konusu yapılmaması.
“Masaya oturmadan önce Rum lider bize diyecek ki: ‘Kardeşim ben siyasi eşitliği kabul ettim. Dönüşümlü başkanlığı da kabul ettim. En az bir Kıbrıslı Türk’ün olumlu oyu olmadan merkezi yapıda hiçbir karar alınamaz.’ Bunlar BM Güvenlik Konseyi kararlarında zaten yazıyor. Bunları tekrar müzakere etmeyeceğiz.”
Bu, müzakere sürecine bir tür hukuki eşitlik filtresi uygulamak anlamına geliyor. Yani artık masaya “her şeyi yeniden tartışmak” için değil, siyasi eşitlik teyidi alınmış bir zemin üzerinden oturulması gerektiği vurgulanıyor. “Ayrıca görüşmeler bir takvime bağlanacak. Süreç sonunda başarısız olunur ise Kıbrıs Türkü statükoya dönmeyecek. Bunlar da BM’den taleplerimiz.”
Ancak bu modelin Rum tarafında da bir karşılığı yok. Hristodulidis’in liderliğindeki Rum yönetimi, bu önerileri “KKTC’nin meşrulaştırılması” olarak okuyor. Kıbrıslı Türklerin dönüşümlü başkanlık talepleri hâlâ Rum toplumunda tepkiyle karşılanıyor.
Türkiye ile ilişkiler: Garantörlük, saygı ve ortak strateji
Tufan Erhürman, CTP’nin Türkiye karşıtı bir parti olarak sunulmasını ise haksız bir çarpıtma olarak değerlendiriyor. Türkiye’nin garantörlük rolünü, ulusal güvenlik, enerji politikası ve deniz yetki alanları bakımından “vazgeçilmez” olarak tanımlıyor. Ancak bu ilişkinin tek taraflı olmadığını, karşılıklı saygı, eşitlik ve ortak strateji temelinde yürütülmesi gerektiğini savunuyor:
“Kıbrıs’la ilgili kritik başlıklarda hiçbir şekilde irademiz kayıtta değil. Bizim irademizi geçin, Türkiye garantör ülke, Türkiye de kayıtta değil.”
Bu sözler, yalnızca bir yakınma değil; çözüm sürecine Türkiye’nin daha stratejik ve çok taraflı bir bakışla katılması gerektiği yönünde bir çağrı sanki. Erhürman’a göre Türkiye’nin yalnızca KKTC’nin arkasında durması değil, çözümün merkezinde ve aktörü olarak sahada olması gerekir.
Rum kamuoyu ve sürdürülemez statü
Erhürman’ın çözüm perspektifi sadece Türk tarafına değil, Rum tarafına da yöneltilen bir çağrı esasında. Rum kamuoyunun yıllardır sürdürdüğü “tek devletin sahibi biziz” anlayışının, enerji, altyapı ve güvenlik politikaları üzerinden sürdürülebilir olmadığı görüşünde CTP lideri. Kıbrıs Rumlarının yıllardır hidrokarbon kaynaklarından tek kuruş kazanmamış olması, Interconnecte projesinin tıkanması, yüksek elektrik maliyetleri ve sürekli artan güvenlik kaygıları Erhürman’a göre bu statünün kırılganlığını ortaya koymaktadır.
“Ben bir Kıbrıslı Rum olsam, bu adanın 30 yıl sonra neye benzeyeceğini sorgulardım. Sürekli diken üstünde yaşamak, sürdürülebilir bir şey değil.”
Erhürman’a göre çözüm süreci yalnızca siyasi bir tercihten ibaret değil; bölgesel iş birliği, ekonomik kalkınma ve toplumsal istikrar açısından da zorunlu hale gelmiştir.
Özersay ve “iş birliği modeli”
Önceki görüşmeci ve dışişleri bakanlarından Halkın Partisi Genel Başkanı Kudret Özersay ise iki ana kutup arasındaki çözümsüzlüğü aşmak için “iş birliği modeli” öneriyor. Bu modele göre, siyasi statü tartışmalarına girmeden, iki taraf belirli alanlarda teknik düzeyde iş birliği yapabilir: enerji, sağlık, çevre, ulaşım gibi sektörlerde karşılıklı bağımlılık üzerinden bir etkileşim kurulabilir.
Özersay, bu modelin Türkiye ile Yunanistan, hatta bölgesel aktörler arasında diplomatik normalleşme fırsatları yaratabileceğini savunuyor. İbrahim Anlaşmaları ile Arap–İsrail yakınlaşmasının önünü açan formüllere benzer şekilde, “önce iş birliği, sonra çözüm” mantığı öne çıkarılıyor.
Bugün uluslararası toplumda oldukça sempati toplayan ve özellikle Cenevre gayrıresmi görüşmesiyle sanki yeni “sürecin” karakteristiği olacak gibi görünen ve halkın günlük sıkıntılarını hafifletilerek başlayarak giderek enerji, su gibi daha çetrefil alanlara yönelmesi beklenen “işbirliği modeli” ne yazık ki Rum tarafında büyük bir kuşkuyla karşılanıyor. Çünkü herhangi bir iş birliği yapısı, KKTC’nin fiilî bir devlet olarak muhatap alınması anlamına gelebilir. Statü korkusu, teknik iş birliğinin bile önünü kesiyor.
Denktaş, Olgun ve “statü eşitliği” meselesi
Eski başbakan yardımcısı Serdar Denktaş ile eski başmüzakereci Ergün Olgun’un değerlendirmeleri ise sürece daha yapısal bir eleştiri getiriyor. Denktaş’a göre hem federasyon hem iki devletli çözüm önerileri artık içerikten yoksun birer retorik haline geldi. Ona göre, “Bu kadar yıl tartıştık. Tartışacak yeni bir şey yok. Ama hâlâ halkımıza neyi önerdiğimizi anlatamıyoruz.”
Olgun ise esas meselenin “statü eşitsizliği” olduğunu savunuyor. Cenevre’de 2021’de önerilen “ön müzakere” sürecinin Rumlar tarafından reddedilmesi, Türk tarafının egemen eşitlik talebinin muhatap alınmamasıyla sonuçlandı. Olgun’a göre bir çözüm süreci başlayacaksa, öncelikle tarafların eşit statüde muhatap kabul edilmesi gerekiyor:
“Eşitliğin gerçekte gözetilmediği koşullarda, gerçek eşitliğe dayalı bir sonuç elde etmek güçtür.”
Masada ne var, ne yok?
Bugün Kıbrıs’ta çözüm masası kurulsa bile, neyin görüşüleceği belirsizdir. Türk tarafı “iki devletli çözüm” dışında bir öneriyi masaya koymuyor. Rum tarafı “federasyon dışında hiçbir formülü” tartışmıyor. Ortak zemin yok.
Bu denklemde BM Temsilcisi Holguín Cuéllar’ın görevi zorlu olacaktır. Ancak esas mesele, çözüm formülünden önce, tarafların birbirini eşit ve meşru muhatap kabul edip etmeyeceğidir. Çünkü muhataplık ilişkisi kurulmadıkça, ne çözüm olur ne de müzakere.
— İKİNCİ BÖLÜM —
Kıbrıs’ta satranç tahtası yeniden kuruluyor
Kıbrıs sorununda çözüm paradigmalarının tükenişi: Federasyon ile iki devlet arasında alternatif arayışları
Yusuf Kanlı
Alternatif çözüm arayışları
Kıbrıs sorunu, yalnızca çözüm modellerinin tartışıldığı bir diplomatik mesele değil; aynı zamanda karşılıklı güvensizlik, tanınma savaşları ve kimlik çatışmalarının yıllara yayılmış bir toplamıdır. Bugün geldiğimiz noktada, tartışmalar hâlâ iki uç formül etrafında dönmektedir: federal bir ortaklık mı, yoksa iki ayrı egemen devlet mi? Ne var ki bu iki model de 21. yüzyılın jeopolitik gerçekliği karşısında yeterince işlemez hale gelmiştir.
Birleşmiş Milletler’in 1964’ten bu yana yürüttüğü arabuluculuk çabaları, tarafları defalarca müzakere masasına oturtsa da, bu süreçler neredeyse her seferinde aynı noktada tıkanmıştır. Kıbrıslı Rumlar, siyasi eşitliği hâlâ “temsil eşitliği” değil, “nüfus oranı üzerinden hak” olarak görmektedir. Kıbrıslı Türkler ise, 2004’te Annan Planı’na verdiği açık destekten sonra Avrupa Birliği tarafından cezalandırılmış bir toplum psikolojisiyle, artık federasyon önerilerine kuşkuyla yaklaşmaktadır.
Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın “Federasyon demek Türkiye’nin Kıbrıs’tan çıkması demektir” ifadesi, yalnızca diplomatik bir duruşu değil, kolektif bir güvenlik algısını da yansıtmaktadır.
Kıbrıs sorununda çözüm paradigmalarının tükenişi: Federasyon ile iki devlet arasında alternatif arayışı
Kıbrıs sorunu, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası diplomasinin en istikrarsız dosyalarından biri hâline gelmiştir. 1960’ta kurulan iki toplumlu ortaklık devleti yalnızca üç yıl ayakta kalabilmiş, Rum ortak tarafından zorla ele geçirilmiş; 1974’teki Yunan darbesi ve Türkiye’nin askeri müdahalesi sonrasında ada fiilen ikiye bölünmüştür. O günden bu yana geçen yarım yüzyılda çözüm arayışları iki temel eksende şekillenmiştir: bir yanda siyasi eşitliğe dayalı federatif bir ortaklık, diğer yanda mevcut fiili bölünmenin iki egemen devlet şeklinde hukuki çerçeveye oturtulması.
Her iki modelin de karşılaştığı ciddi yapısal sorunlar bulunmaktadır. Federasyon modeli, Rum tarafının zihinsel dünyasında hâlâ “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içine Türk toplumunun entegre edilmesi” şeklinde algılanmakta; eşit kuruculuk, dönüşümlü başkanlık, Kıbrıslı Türklerin mutlak veto hakkı gibi temel unsurlar ya görmezden gelinmekte ya da pazarlık konusu yapılmaktadır. Türk tarafı açısından ise federasyon fikri, özellikle 2004 Annan Planı tecrübesinden sonra ciddi bir kırılma yaşamıştır. Plana %65 oyla evet diyen Kıbrıslı Türkler, hem uluslararası toplumdan beklenen teşvikleri alamamış, hem de AB üyeliğiyle ödüllendirilen Rum tarafının statükoyu pekiştirdiğine tanık olmuştur.
Diğer yandan, iki devletli çözüm modeli de uluslararası platformlarda karşılık bulmakta güçlük çekmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararları, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tek taraflı bağımsızlık ilanını geçersiz saymış ve adanın tek meşru hükümeti olarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tanımaya devam etmiştir. Bu kararlar, uluslararası toplumun tanıma politikasını şekillendirmekte ve iki devletli çözümün diplomatik düzeyde kabul edilmesini neredeyse imkânsız hâle getirmektedir.
Bununla birlikte, ada üzerinde fiilen iki ayrı halk, iki ayrı yönetim, iki ayrı anayasa ve iki ayrı ekonomik yapı mevcuttur. Bu gerçeklik, federatif çözümleri her geçen gün daha uzak bir ihtimale dönüştürmekte, mevcut statükoyu ise giderek kurumsallaştırmaktadır. Bu durum, çözüm arayışlarının yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu açıkça ortaya koymaktadır: çözümün şekli kadar yöntemi ve süreç yönetimi de önemlidir.
İşte bu noktada, “üçüncü yol” olarak adlandırılan alternatifler ön plana çıkmaktadır. Bu yaklaşım, ne mutlak tanınma talebiyle iki devletli çözümü savunmakta ne de federasyonun dayattığı yapay birlik kurgusunu sürdürmektedir. Bunun yerine, taraflar arasında teknik, sektörel ve idari düzeyde işbirliği kurularak; güven artırıcı önlemlerle, günlük yaşamın kolaylaştırılmasına ve ortak paydaların güçlendirilmesine dayanan bir süreç inşa edilmesi önerilmektedir.
Kudret Özersay’ın önerdiği “işbirliği modeli”, bu yaklaşımın kurumsal ifadesi hâline gelmiştir. Aynı şekilde, Tufan Erhürman’ın gevşek federasyon önerisi, statü eşitliği vurgusu ve geçiş süreçlerine dayalı yapılanma arayışı; Serdar Denktaş’ın ise halkın devletle bağını yeniden kurmaya yönelik aşamalı çözüm modeli, klasik paradigmalardan uzaklaşma çabasının farklı yönlerini temsil etmektedir.
Kıbrıs’ta artık çözüm, varılacak bir hedeften çok, inşa edilmesi gereken bir süreçtir. Bu sürecin taşıyıcı kolonları ise güven, karşılıklı saygı, işlevsellik ve eşitlik olacaktır. Mevcut tıkanmış modellerin ötesinde, adım adım, teknik işbirliğiyle başlayacak bir barış mimarisi inşa etmek; hem daha gerçekçi hem de sürdürülebilir bir çözüm için yeni bir umut penceresi açmaktadır.
Özersay’ın işbirliği modeli
Kıbrıs sorununda klasik çözüm modellerinin aşınması, yeni ve daha işlevsel yaklaşımların önünü açmaktadır. Bu bağlamda Kudret Özersay’ın yıllardır savunduğu “işbirliği modeli”, tanınma sorununu aşmanın, taraflar arasında güven yaratmanın ve çözüm sürecini somutlaştırmanın pratik yollarından biri olarak öne çıkmaktadır. Özersay’ın yaklaşımı, Avrupa entegrasyon tarihinden — özellikle Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) modelinden — esinlenmiştir.
“Biz çözüm öncesinde halkların yaşamını kolaylaştıracak alanlarda işbirliği öneriyoruz. Tanınmadan da işbirliği mümkündür. Avrupa Birliği tam da bu şekilde başladı,” diyen Özersay, klasik müzakerelerin yerine kurumsal temas ve ortak çıkar zeminine dayalı bir sürecin işletilmesini öneriyor.
Özersay’ın modeli, federasyon ya da iki devletli yapı gibi nihai statü hedefiyle başlamıyor. Bunun yerine, enerji, çevre, sağlık, ticaret, turizm, afet yönetimi gibi alanlarda kurulacak ortak teknik komitelerle karşılıklı bağımlılığı artırmayı hedefliyor. Bu komitelerin kararları, toplumların günlük yaşamına doğrudan etki ederek çözüme olan toplumsal inancı yeniden canlandırabilir.
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu da benzer şekilde kurulmuştu. Fransa ile Almanya arasında yaşanan yıkıcı savaşların ardından taraflar, kömür ve çelik üretimini ortak bir kurum üzerinden denetleyerek hem ekonomik bağımlılığı artırmış, hem de siyasal diyalog için bir zemin oluşturmuşlardı. Bugün Avrupa Birliği’nin temeli olan bu girişim, savaşan tarafların teknik işbirliği sayesinde siyasal birlik sürecine girdiğinin somut örneğidir.
Özersay bu örneği Kıbrıs’a şöyle uyarlıyor:
“Bugün uluslararası alanda tanınmıyor olabiliriz. Ancak bir Rum hemşireyle bir Türk doktor, bir hastayı birlikte tedavi ediyorsa, bu ortaklık gelecekteki çözüme dair umut doğurur. Limanlarımız ortak çalışıyorsa, enerji hatlarımız birleşiyorsa, bu tanınmadan daha güçlü bir gerçekliktir.”
İşbirliği modeli, aynı zamanda dış politika açısından da esnek bir açılım sunmaktadır. BM kararlarına takılmadan, taraflar arasında doğrudan temas kurulmasına ve uluslararası kuruluşlarla işlevsel ortaklıkların geliştirilmesine olanak sağlar. UNESCO destekli ortak komiteler, AB fonlarından yararlanılan çevre projeleri ve sağlıkta pandemi sürecinde kurulan temaslar, bu yaklaşımın zeminini pekiştirmektedir.
Bu modelin en güçlü yönü, çözümü uzak bir hedef olmaktan çıkarıp bir süreç hâline dönüştürmesidir. Statü çatışmalarına saplanmadan, kurumlar arası etkileşimle çözümün dinamiklerini oluşturmayı mümkün kılar. Aynı zamanda tarafların birbirini muhatap olarak kabul etmesine gerek kalmadan, fiili işbirlikleriyle çözümün ruhunu inşa eder.
Bu nedenle Özersay’ın işbirliği modeli, ne federatif bir çözüme kapı kapatmakta ne de iki devletli çözüm vizyonunu dışlamaktadır. Tersine, her iki modelin de başarısı için gerekli olan güveni ve birlikte yaşama alışkanlığını önceden oluşturmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım, çatışmadan çıkışta en çok eksik olan unsuru, yani karşılıklı işleyiş güvenini merkezine alarak, Kıbrıs sorununa üçüncü bir çıkış yolu sunmaktadır.
Tanınma olmaksızın diplomatik işlevsellik
Kıbrıs sorununda “tanınma” meselesi yalnızca siyasal değil, aynı zamanda işlevsel bir krizdir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, uluslararası hukukta bağımsız bir devlet olarak tanınmamakta; buna karşın kırk yılı aşkın bir süredir kendi kurumlarıyla yönetilmekte, seçimlerle belirlenen hükümetlerce idare edilmekte ve toplumsal, ekonomik, kültürel ve akademik faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu durum, “tanınmayan ama işleyen” yapılar kavramını uluslararası ilişkiler literatürüne yeniden taşımaktadır.
Uluslararası hukukta bu örneğe benzer pek çok durum mevcuttur. Tayvan, Çin Halk Cumhuriyeti tarafından topraklarının ayrılmaz bir parçası olarak görülmesine rağmen onlarca ülkeyle ticaret anlaşmaları yapmaktadır, birçok ülkede resmi düzeyde temsilcilik açmış ve dünya ekonomisinin güçlü aktörlerinden biri hâline gelmiştir. Filistin, birçok ülke tarafından henüz tam anlamıyla tanınmamakla birlikte, UNESCO başta olmak üzere birçok uluslararası örgütte yer almakta ve resmi muhataplık ilişkileri yürütmektedir. Benzer şekilde Kosova, BM üyesi olmadan onlarca ülke tarafından tanınmış, uluslararası sistemde ikili ve çok taraflı ilişkiler geliştirmiştir.
Bu durum “tanınmadan işlevsellik” ilkesinin uluslararası sistemde giderek daha yaygın bir pratik hâline geldiğini göstermektedir. Kıbrıs Türk tarafı açısından da benzer bir yol haritası izlenmesi mümkündür. Diplomatik tanıma şartı olmaksızın, sağlık, çevre, kültürel mirasın korunması, eğitim, afet yönetimi gibi alanlarda iki toplum arasında işlevsel işbirlikleri tesis edilebilir.
Avrupa Birliği’nin desteklediği çeşitli fon programları ve projeler bu modeli fiilen desteklemektedir. Örneğin, AB tarafından finanse edilen Yeşil Hat Tüzüğü çerçevesinde kuzey ve güney arasında ticaret yapılabilmekte; Avrupa Komisyonu tarafından yürütülen sivil toplum programları aracılığıyla Kuzey Kıbrıs’taki STK’lar doğrudan fonlanmaktadır. UNESCO ve UNDP gibi kuruluşlar, kuzeydeki kurumları muhatap alarak kültürel koruma ve eğitim projeleri yürütmektedir.
Bu yaklaşım yalnızca Kıbrıs Türk toplumunun dış dünyayla temasını artırmakla kalmaz; aynı zamanda Rum tarafının “tek temsilcilik” iddiasına dayalı statükosunu da sorgulanır hâle getirir. Zira Kıbrıslı Türklerin uluslararası sistemde tamamen dışlanması, çözüm karşıtı tutumların teşvik edilmesine ve Güney Kıbrıs’ın tek taraflı avantajları istismar etmesine zemin hazırlamaktadır.
Tanınmadan işlevsellik modeli, “fiili tanıma” ile “siyasi tanıma” arasındaki boşluğu doldurur. Taraflar diplomatik olarak birbirini tanımadan, ortak teknik komiteler kurabilir; bilgi paylaşımı, afet koordinasyonu, sağlık hizmetleri ve çevresel denetim gibi alanlarda işbirliği yapabilirler. Bu işleyiş, çözümün yalnızca metinlerde değil, günlük yaşamda inşa edilmesini sağlar.
Bu bağlamda, özellikle Doğu Akdeniz’de enerji güvenliği, göç rotaları, iklim değişikliği ve sınır ötesi sağlık tehditleri gibi alanlarda eşgüdüm, yalnızca Kıbrıs’ın iç dengeleri için değil, bölgesel istikrar açısından da önemlidir. Kıbrıslı Türkler, bu eşgüdüm mekanizmalarına dâhil olarak hem küresel sistemle bağ kurar, hem de çözüm masasına daha donanımlı, daha meşru ve daha görünür bir aktör olarak oturabilirler.
Tanınmadan işlevsellik ilkesi yalnızca bir çıkış yolu değil; aynı zamanda pratikte çalışabilir ve sürdürülebilir bir çözüme giden en gerçekçi güzergâhtır. Bu ilke, diplomatik tanınma gibi yüksek siyaset başlıklarına saplanmadan, taraflar arasında güven ve dayanışmayı inşa edecek somut işbirliklerinin geliştirilmesine olanak tanır. Bu yönüyle de Kıbrıs’ta barışın zeminini yeniden kurma potansiyeline sahiptir.
Gevşek federasyon modeli
Kıbrıs’ta çözüm arayışlarının bir diğer önemli alternatifi, Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman’ın dile getirdiği “gevşek federasyon” modelidir. Bu model, Annan Planı’nın mimarisine dayanmakta ve esas olarak iki kurucu devletin geniş özerkliğine dayalı bir ortaklık öngörmektedir. Tufan Erhürman, bu yaklaşımı yalnızca bir siyasi tercih değil, aynı zamanda Kıbrıs’ın müzakere tarihinden çıkarılan bir bilgi olarak görmektedir.
“Eğer bu ülkede çözüm olacaksa, bu iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe dayalı bir federasyonla olacaktır,” diyen Erhürman’a göre, çözüm yalnızca bir seçenek değil, tarihsel bir zorunluluktur.
Bu yaklaşımda, merkezi federal yapının yetkileri açıkça belirlenmiş ve sınırlanmıştır. Anayasa, yalnızca belirli konuları federal hükümete bırakır; geri kalan tüm yetkiler kurucu devletlere aittir. Kurucu devletler bu yetkilerini egemen bir biçimde kullanır, federal yapı bu kullanıma müdahale edemez. Bu yönüyle model, üniter bir devletten çok bir konfederasyon benzeri yapı arz eder.
Bu yapılanmanın Avrupa’daki örnekleri incelendiğinde, en yakın benzerlik Belçika ve İsviçre gibi gevşek federal yapılarda görülmektedir. Belçika’da üç bölgesel hükümet, kültürel ve ekonomik alanlarda geniş yetkilere sahiptir. İsviçre’de kantonlar kendi anayasalarına sahip olabilir ve bağımsız vergi toplama hakkına sahiptir. Erhürman’ın önerisi de bu tür bir modelden esinlenmektedir: egemenliği paylaşmayan ama işlevsellikte birleşen bir yapı.
Tufan Erhürman, müzakere masasına oturulabilmesi için siyasi eşitliğin pazarlık konusu yapılmaması gerektiğini açıkça belirtmektedir:
“Karşı taraf, dönüşümlü başkanlık ve en az bir Kıbrıslı Türk’ün olumlu oyu olmadan karar alınamayacağı ilkesini kabul etmeden biz müzakereye oturamayız.”
Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1990’lardan bu yana kabul ettiği kararlarla da örtüşmektedir. 716 sayılı karar, çözümün iki toplumlu, iki bölgeli ve siyasi eşitliğe dayalı olması gerektiğini teyit etmektedir. Ancak bu kararların Rum tarafı tarafından içselleştirilmediği, siyasi eşitliğin hâlâ temsiliyet sayısıyla ölçüldüğü gözlenmektedir.
Erhürman’a göre federasyon modeli, yalnızca çözüm için değil; çözüm sonrası yönetimin de sürdürülebilirliği için gereklidir. Merkezi hükümetin tıkanma ihtimali, kurucu devletlerin istikrarsızlaşması durumunda sistemin işlemesini sağlayacak “denge-fren mekanizmaları” ile önlenmelidir. Bu da çözümün yalnızca metinle değil, işleyişle desteklenmesi gerektiği anlamına gelir.
Bu model, aynı zamanda Türkiye ile ilişkiler açısından da dengeli bir çerçeve sunar. Erhürman, Türkiye’nin garantörlüğünün ve adadaki varlığının federasyonla sona ermeyeceğini, aksine yapının içine entegre edilerek uluslararası güvenlik çerçevesine dahil edilebileceğini savunur. Bu, hem Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını koruyacak, hem de Kıbrıs Türk halkının güvenlik endişelerine yanıt verecektir.
Erhürman’ın gevşek federasyon modeli; hem kurucu eşitlik ilkesine dayalı anayasal bir yapı önerisi, hem de Avrupa’nın federal deneyimlerinden öğrenilmiş derslerin uygulanabileceği esnek bir çözüm platformudur. Bu modelin başarısı, sadece müzakere masasına oturmakla değil, müzakereyi sürdürülebilir ve sahici kılacak bir siyasal kültürün inşasıyla mümkündür.
Statü eşitliği olmadan müzakere olmaz
Ergün Olgun’un değerlendirmesinde ise Kıbrıs sorununun yıllardır çözüme kavuşamamasının en temel nedenlerinden biri, tarafların müzakere masasına eşit statülerde oturmaması olmuştur. Bu dengesizlik, yalnızca diplomatik semboller düzeyinde değil, müzakere süreçlerinin doğasına da derin biçimde etki etmektedir.
Eski başmüzakereci Olgun’a göre, geçmişteki tüm müzakere süreçleri, Kıbrıs Rum tarafının “tek meşru devlet” kabul edilerek masaya oturması, Kıbrıs Türk tarafının ise bir “toplum lideri” ya da azınlık temsilcisi gibi değerlendirilmesi nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Bu nedenle 2021 yılında Cenevre’de düzenlenen 5+BM gayrı resmi toplantısında Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye, yeni bir çerçeve ortaya koymuştur: “Taraflar arasında egemen eşitlik ve eşit uluslararası statü teyit edilmeden resmi müzakerelere geçilmeyecek.”
“Masaya eğri oturursanız, o masadan çıkan hiçbir şey adil ve kalıcı olamaz,” diyen Olgun, ön müzakere sürecinin çözümün ilk adımı olduğunu vurgulamaktadır.
Bu öneri, Birleşmiş Milletler müzakere terminolojisinde “pre-negotiation phase” olarak bilinen bir aşamayı temsil eder. Bu aşama, tarafların neyi, nasıl, hangi sıfatla ve hangi hedefle müzakere edeceğini önceden tanımlamaya yöneliktir. Kıbrıs Türk tarafı açısından bu süreç; egemen eşitliğin, eşit statünün ve müzakere sonuçlarının taraflarca bağlayıcı kabul edileceği çerçevenin önceden oluşturulmasını ifade etmektedir.
Cenevre 2021 toplantısı, bu yaklaşımın sahaya yansıdığı önemli bir kırılma noktasıdır. Bu toplantıda Kıbrıs Türk tarafı ilk kez resmen iki devletli çözüm temelinde eşit egemenliğe dayalı yeni bir çerçeve önerisini BM’ye sunmuştur. Bu öneriye göre, müzakerelerin başlayabilmesi için tarafların statü eşitliğinin teyit edilmesi ve Rum tarafının Kıbrıslı Türklerin sahip olduğu hakları tanıması gerekmektedir.
Bu yaklaşımın temel dayanağı, yalnızca diplomatik semboller değil; aynı zamanda işlevselliği mümkün kılacak eşitlik ilkeleridir. Olgun’a göre, Kıbrıslı Türklerin kendi kurumlarını seçebilme, kendi yöneticilerini belirleyebilme ve uluslararası alanda muhatap kabul edilme hakkı, egemen bir halk olmanın vazgeçilmez gereğidir.
Bu bağlamda, Cenevre süreci yalnızca bir toplantı olarak değil, müzakere metodolojisinde radikal bir kırılma olarak değerlendirilmelidir. Zira ilk kez Kıbrıs Türk tarafı yalnızca çözüm önerisi değil, aynı zamanda bu çözümün hangi temelde ve hangi eşitlik prensipleriyle yürütülmesi gerektiğini önkoşul olarak masaya koymuştur.
Olgun’un yaklaşımı, yalnızca geçmiş başarısızlıklardan çıkarılan derslere değil; aynı zamanda uluslararası hukukta eşit statülü müzakerelerin başarıya daha yakın olduğu örneklere de dayanmaktadır. Güney Afrika, Bosna-Hersek ve Kosova süreçlerinde, tarafların statü eşitliği sağlanmadan yapılan müzakerelerin ya tıkandığı ya da kısa sürede krizle sonuçlandığı gözlemlenmiştir.
Sonuç olarak, Ergün Olgun’un ön müzakere ve statü eşitliği vurgusu, Kıbrıs Türk tarafının yalnızca bir çözüm istemediğini; onurlu, eşit ve sürdürülebilir bir ortaklık arayışında olduğunu göstermektedir. Bu yaklaşım, çözümün yalnızca masada imzalanacak bir metinle değil, o masanın nasıl kurulduğu ve nasıl işletileceğiyle doğrudan ilişkili olduğunu hatırlatmaktadır.
Adım adım egemenlik
Kıbrıs sorununa yönelik çözüm önerilerinden biri de, siyasal birikimi ve tecrübesiyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin eski Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş tarafından dile getirilen “aşamalı çözüm planı”dır. Denktaş, bu yaklaşımını hem bir siyasi strateji hem de toplumsal meşruiyet inşasının zorunlu adımı olarak tanımlamaktadır. Bu modele göre çözüm, dıştan dayatılacak bir metinle değil; halkın güvenini kazanarak ve siyasi iradeyi güçlendirerek içeriden, katman katman inşa edilmelidir.
Denktaş’ın önerdiği modelin ilk aşaması, iç kamuoyunun devlete olan inancını yeniden inşa etmektir. Ona göre Kıbrıs Türk halkı, özellikle son yıllarda kurumlara duyduğu güveni önemli ölçüde yitirmiştir. Siyasal katılım düşmüş, yargı ve kamu idaresine dair şüpheler artmış, yurttaşlar aidiyet duygusunda zayıflama yaşamıştır. Bu koşullarda dış dünyaya “egemen bir yapı” sunmak retorik düzeyde kalmakta; içeride ise toplumsal çözülme derinleşmektedir.
Serdar Denktaş’ın “Kendi insanımız devlete inanmıyor. Bu güven olmadan dünyaya kendimizi nasıl anlatacağız?” sorusu elbette çok anlamlı.
Denktaş’a göre ikinci aşama ise Türkiye ile samimi ve eşitlikçi bir istişare sürecidir. Kıbrıs sorunu, yalnızca Kıbrıslı Türklerin değil; Türkiye’nin güvenlik, enerji ve diplomasi açısından doğrudan müdahil olduğu çok katmanlı bir meseledir. Bu nedenle çözüm planı Ankara’nın da katkı ve eleştirileri doğrultusunda şekillenmelidir. Ancak bu süreç bir “bağımlılık” değil, eşit ortaklık temelinde yürütülmelidir. Ankara ile yürütülecek bu görüşmelerin samimi ve stratejik bir yol haritasına dayanması gerektiğini savunan Denktaş Türkiye’deki mevcut yönetimle ciddi bir doku uyuşmazlığı içinde olduğunun farkında olarak şöyle demektedir:
“Beni sevmeyebilirler ama bir düşünce varsa ortada, oturup bir dinleyin. Öyle bir niyet yoksa o fikir de çürür.”
Son aşama ise uluslararası toplumla diyalog kurulmasıdır. Serdar Denktaş, Kıbrıs Türk tarafının çözüm önerisini önce kendi halkına, sonra garantör ülkeye ve nihayetinde BM başta olmak üzere uluslararası aktörlere sunması gerektiğini vurguladı. Böylece sadece dış meşruiyet değil, iç meşruiyet de sağlanmış olur.
Bu strateji, Avrupa’daki pek çok siyasi inşa sürecine benzemektedir. Almanya’nın yeniden birleşmesinden Kosova’nın tanınma mücadelesine kadar birçok örnekte, çözümün zemini önce içeride oluşturulmuş; ardından dış ilişkiler bu sağlam zemin üzerinde bina edilmiştir.
Denktaş’ın modelinin ayırt edici özelliği, çözümü bir “sonuç” değil, “inşa süreci” olarak görmesidir. Bu süreç, güveni önceleyen, içerideki toplumsal yapıdan başlayarak dış dünyaya açılan bir kurguyla ilerlemektedir. Kıbrıslı Türklerin hem kendi kurumlarına, hem temsilcilerine hem de geleceğe dair ortak bir tahayyüle sahip olmadan uluslararası toplum nezdinde tutarlı bir aktör olamayacağı varsayımına dayanmaktadır.
Aşamalı çözüm modeli; realiteye dayanan, iç dinamikleri önemseyen ve diyaloga dayalı bir siyasal yenilenme önerisidir. Bu modelin temel hedefi, “tanınmak için çözüm” değil, “güvenmek için inşa” yaklaşımıdır. Bu da Kıbrıs Türk halkının özne olduğu bir sürecin, ancak içeriden gelen inançla yükselebileceğini göstermektedir.
Yazılanların bir çoğunun daha önce duyulmadığının farkındayım. Basının görevi dinlemek, aktarmak; kimsenin kampanyasına katkı yapmak değil.
Üçüncü yolun stratejik önemi ve avrupa tipi barış mimarlığı
Kıbrıs’ta çözüm seçeneklerinin tıkanmasıyla birlikte, sahada ve diplomaside “üçüncü yol” olarak nitelenen alternatif modeller giderek daha fazla gündeme gelmektedir. Bu yaklaşımların temelinde yatan fikir, tanınma veya birleşme gibi büyük siyasi kararlar yerine, taraflar arasında teknik ve sektörel işbirlikleriyle güven inşa edilmesidir. Bu süreç, yalnızca çözüm atmosferi oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda ortak yaşam becerisi geliştirilmesine de katkı sunar.
Üçüncü yolun dayandığı en önemli argüman, teknik işbirliğinin siyasal uyumun öncüsü olabileceğidir. Kıbrıs özelinde bu yaklaşım, sağlık, çevre, kültürel miras, afet yönetimi, eğitim, tarım ve enerji gibi alanlarda iki toplumun birlikte çalışmasını esas alır. Bu işbirlikleri, ortak komiteler veya AB destekli projeler aracılığıyla hayata geçirilebilir. Zaman içinde bu alanlarda oluşan güven, siyasal meselelerde de daha yumuşak ve gerçekçi bir iletişimin kapısını açar.
Bu yöntem, Avrupa tarihinde başarıyla uygulanan bir barış stratejisidir. Avrupa Birliği’nin doğuşunda temel rol oynayan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, aslında Fransa ve Almanya gibi savaşmış devletlerin kömür ve çelik üretimini birlikte yönetmesinden ibaretti. Ancak bu teknik işbirliği, zamanla siyasal yakınlaşmanın altyapısını oluşturdu. Bugün Avrupa’da pek çok barış projesi önce teknik, sonra siyasal uyum üzerinden kurgulanmaktadır.
Elbette bazı siyasiler arasında fikir birliği olduğunu söylemek abartı olur ancak ciddi bir uyumun varlığı da oldukça belirgin. Kudret Özersay’ın “işbirliği modeli”, bu stratejinin Kıbrıs’a uyarlanmış versiyonudur. Tufan Erhürman’ın “siyasi eşitlik pazarlık konusu yapılamaz” yaklaşımı da, bu teknik süreçlerin meşru bir siyasal çerçevede yürütülmesini zorunlu kılar. Serdar Denktaş’ın “önce halkla, sonra Ankara’yla, ardından dünya ile konuşalım” formülü ise, sürecin aşamalı, içten dışa açılan yapısal karakterini pekiştirir.
Teknik işbirliği, aynı zamanda diplomatik statüye takılmadan yürütülebilecek nadir alanlardan biridir. BM, AB ve çeşitli uluslararası kuruluşlar bu tür programlara tarafları muhatap alarak destek verebilmektedir. Bu sayede tanınma sorunu aşılmakta, toplumlararası temas normalleşmekte ve çözümün psikolojik engelleri yavaş yavaş aşılmaktadır.
Bu sürecin önemli bir boyutu da, tarafların birbirini sadece çatışma aktörü değil, ortak meseleleri çözebilecek paydaşlar olarak görmeye başlamasıdır. Bu dönüşüm, yalnızca kurumlar düzeyinde değil; toplumların gündelik yaşamında da karşılık bulabilir. Örneğin bir çevre krizinde birlikte hareket eden ekipler, başka konularda da dayanışma gösterebilir. Bu dayanışma kültürü, siyasi çözümlerin soyut vaadinden çok daha etkili bir güven inşası sağlar.
Üçüncü yol stratejisi, Kıbrıs’ta barışın yeniden tanımlanmasını gerektirecektir. Bu strateji, barışı bir anlaşma metni olarak değil; birlikte yaşamanın pratik ve sürdürülebilir yollarını bulan bir kültür olarak gördüğünden teknikten siyasete doğru ilerleyerek, çatışmalarla yorulmuş adaya umutlu, gerçekçi ve evrensel değerlerle uyumlu bir çıkış yolu sunabilir. Ya da dinlediklerimden ben çok etkilendim.
Barışı inşa etmenin yolu: AKÇT mantığıyla aşamalı, güven temelli bir sürece giriş
Kıbrıs’ta kalıcı ve adil bir çözümün önünde duran en büyük engel, taraflar arasında süregelen güvensizlik ve karşılıklı beklentilerin uyuşmamasıdır. Bu koşullar altında, klasik diplomatik yollarla çözüm arayışının başarısızlıkla sonuçlanması kaçınılmaz hale gelmiştir. Oysa Avrupa entegrasyon tarihinden çıkarılacak önemli bir ders vardır: Barış, önce birlikte çalışarak, sonra birlikte yaşayarak inşa edilir. Bu yaklaşımın temel referansı Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’dur (AKÇT). Fransa ve Almanya gibi iki düşman, ekonomik işbirliği üzerinden siyasi barışı başlatmışlardır.
Özellikle Kudret Özersay’ı dinlerken benzer bir yaklaşım Kıbrıs’ta da uygulanabileceği fikri cazip gelmeye başladı. Tanınma veya birleşme gibi siyasi statü tartışmalarına saplanmadan, adada birlikte yaşamanın pratik yolları üzerinden barışı inşa etmek mümkün olamaz mı? Bu bağlamda “güven temelli bir süreç”, yalnızca taraflar arasındaki ilişkileri iyileştirmekle kalmaz; aynı zamanda müzakere sürecine halkın desteğini artırır, kurumların işlevselliğini pekiştirir ve çözümün toplumsal zeminini hazırlar.
Bu sürecin ilk adımı, birlikte iş yapılabilecek alanların tespitiyle başlamalıdır. Enerji yönetimi, doğal afetlerle mücadele, su kaynaklarının paylaşımı, sağlık hizmetlerinde koordinasyon, çevresel koruma projeleri ve kültürel mirasın korunması gibi konular; hem teknik düzeyde çözülebilir hem de taraflar arasında güven üretme potansiyeline sahiptir. Bu alanlarda kurulacak ortak komiteler veya kurumlar, AKÇT modelinde olduğu gibi tarafların egemenliklerini devretmeden birlikte hareket etmelerini sağlar.
İkinci adım, bu işbirliklerinin uluslararası sistemle uyumlu hâle getirilmesidir. AB, BM, UNDP, UNESCO gibi kuruluşların teknik, mali ve siyasi destekleriyle bu projelerin uluslararası meşruiyeti sağlanabilir. Böylece tanınma sorunu bir kenara bırakılır; işleyen, somut sonuçlar üreten bir çözüm süreci uluslararası toplum tarafından da desteklenir hâle gelir.
Üçüncü adım ise toplumsal katılımın sağlanmasıdır. Barış, yalnızca liderler ve müzakereciler arasında değil; öğretmenler, mühendisler, çiftçiler, öğrenciler, sanatçılar gibi toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla inşa edilir. Bu nedenle kurulacak her ortak yapı, yalnızca teknik görevler üstlenmemeli; aynı zamanda toplumlar arası diyaloğu artıracak kültürel ve sosyal projelere de zemin hazırlamalıdır.
Saygın bir akademisyen olan Özersay’ın anlatımından bu modelin temel dayanağını şöyle anlıyoruz: Kıbrıs’ta barış, bir metinle değil, bir alışkanlıkla mümkündür. Günlük yaşamda temas kurabilen, sorun çözebilen, birlikte üretip paylaşabilen toplumlar; siyasi çözüm geldiğinde bu yapıyı benimsemekte zorluk çekmezler. Aksine, siyasi çözüm bu yapının doğal sonucu olarak ortaya çıkar.
AKÇT mantığıyla inşa edilecek aşamalı ve güven temelli bir süreç, Kıbrıs’ta çözümün zeminini yalnızca sağlamlaştırmakla kalmayacak; aynı zamanda çatışmadan barışa giden yolu gerçekçi, sürdürülebilir ve insani kılacaktır. Nasıl? Özersay anlatıyor: Bu süreç, tarafları birbirine mecbur eden değil; birlikte yaşamanın değerini fark ettiren bir ortak geleceğe yönlendirecek ve diplomasi masası, ancak bu toplumsal zemine dayanarak yeniden kurulacak ve kalıcı bir barışı mümkün kılabilecektir.
— ÜÇÜNCÜ BÖLÜM —
Kıbrıs’ta satranç tahtası yeniden kuruluyor
Ankara gölgesinde KKTC: İç egemenlik, dış destek ve siyasi kimlik krizi
Yusuf Kanlı
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, dünyada sadece Türkiye tarafından tanınan bir devlet olarak 1983’te kurulduğundan bu yana, siyasi bağımsızlık ile ekonomik/diplomatik bağımlılık arasında giderek gerilen bir çizgide varlık göstermektedir. Tanınmamanın getirdiği sınırlamalar, Türkiye ile olan ilişkiyi “koruyucu ortaklık” düzeyinden çıkarıp “yönetsel gölge” boyutuna taşımıştır.
Bugün KKTC’de, birçok alanda Türkiye’nin fiili yönlendirmesi vardır: Yatırım projeleri, kamu ihaleleri, protokol bütçeleri, eğitim müfredatları, kamu kurumlarındaki atamalar, hatta seçim süreçlerine dolaylı müdahaleler… Bu durum, adada yaşayan Kıbrıslı Türklerin, kendi kaderleri üzerinde ne kadar söz sahibi oldukları sorusunu her geçen gün daha yüksek sesle sormalarına neden olmaktadır.
Kurumsallaşan bağımlılık: Yardım protokollerinin siyasallaşması
KKTC ile Türkiye arasında imzalanan mali ve ekonomik iş birliği protokolleri, kuruluşundan bu yana devletin ayakta kalmasını sağlayan temel kaynaklardan biri olmuştur. Ancak bu protokoller, son yıllarda salt ekonomik yardım belgeleri olmaktan çıkmış, giderek ideolojik ve yönetsel müdahale araçlarına dönüşmüştür.
Özellikle son onbeş yılda, Türkiye’den gönderilen yardımların yalnızca altyapı veya maaş desteği gibi klasik kalemlere değil, eğitimden kültüre, dini kurum inşasından medya düzenlemelerine kadar uzanan kapsamlı bir ideolojik içerikle şekillendiği dikkat çekmektedir. 2022 ve 2023 protokolleri, “manevi değerlere bağlı gençlik yetiştirme”, “KKTC’de Türkiye ile uyumlu medya politikası”, “dini yapıların desteklenmesi” gibi maddeler içererek bu yönelimi kurumsallaştırmıştır.
Bu protokollerin hazırlık süreçleri de sorunludur: KKTC Meclisi veya kamuoyu genellikle içerikten haberdar edilmemekte, belgeler Ankara’da hazırlanmakta ve “imzala–uygula” mantığıyla yürürlüğe konulmaktadır. Böylece, protokol imzalamak, bir tür “yönetsel bağlılık senedi” hâline dönüşmektedir.
Muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri, bu durumu yalnızca iç siyaset açısından değil, anayasal egemenlik ihlali olarak değerlendirmektedir. Öyle ki, devlet bütçesinin neredeyse yarısı Türkiye’den gelen bu fonlarla oluşturulurken, söz konusu kaynakların nasıl harcandığı, hangi kurumlara ve ne amaçla aktarıldığı da çoğu zaman şeffaf değildir. Türkiye’den gelen heyetler, zaman zaman bakanlıklarda kendi teknik kadrolarıyla brifingler almakta, KKTC bürokratlarına doğrudan talimatlar verebilmektedir.
Bütün bu tablo, KKTC’nin 1983’te ilan ettiği siyasi bağımsızlığı, fiili olarak “protokollerle bağlı özerklik” modeline indirgemektedir. Bağımlılık ilişkisi, artık yalnızca ekonomik değil, yönetsel ve hatta zihinsel bir boyut kazanmıştır.
Siyasi temsiliyet mi, bürokratik vesayet mi? Yeni yerleşke tartışması
KKTC Cumhurbaşkanlığı için Lefkoşa’nın kuzey sınır hattına inşa edilen ve 3 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımıyla açılan yeni “Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi”, kamuoyunda sadece estetik veya ihtiyaç düzeyinde değil, siyasi meşruiyet ve egemenlik tartışmalarının merkezinde yer alıyor.
Yerleşke, Meclis binası ve dev bir cami ile birlikte üçlü bir yapıyı barındırıyor. Bu yönüyle bir devlet mimarisinden çok, bir “siyasal temsil kompleksi” olarak dikkat çekiyor. Yerleşkenin yer seçiminden finansmanına, mimarisinden içeriğine kadar her aşaması Türkiye tarafından belirlenmiş; KKTC kamuoyunun görüşü alınmadan inşa süreci tamamlanmıştır.
Yerleşkenin inşa edildiği arazinin bir bölümünün tapu statüsünün tartışmalı olması ise, konuyu daha da hassas hâle getirmiştir. Kısmen Rum mülkiyeti olabileceği iddia edilen bir arazide “devletin kalbi”nin atacak olması, yalnızca uluslararası hukuk açısından değil, iç kamu vicdanı açısından da sorgulamalara neden olmaktadır.
Muhalefet bu yerleşkeyi, “egemenlik değil temsil krizidir” diyerek eleştiriyor. Eski cumhurbaşkanlığı binasının İngiliz koloni döneminden kalma bir yapı olması nedeniyle terk edilmesi savunulurken, aslında terk edilenin tarihsel kurumsal hafıza olduğu ileri sürülüyor. Yerleşke, bir yönüyle “Ankara’nın Kıbrıs üzerindeki mutlak temsil iddiasının mekâna dökülmüş hali” olarak da yorumlanıyor.
Erhürman bu konuda açık konuşuyor:
“Cumhurbaşkanlığı, Kıbrıs Türk halkının evidir. O bina, sadece bir idari merkez değil, halkın iradesinin simgesi olmalıdır. Şu anda ise bir saray var ama içinde halk yok.”
Yerleşke, bir bakıma bürokratik vesayetin anıtlaşmış hâlidir. Halktan kopuk, katılımı dışlayan, sembolleri Ankara’dan ithal eden bir siyasal mimari anlayışın tezahürüdür.
Kimlik bunalımı: Kıbrıslı Türk mü, Anadolu’nun vilayeti mi?
Kıbrıs Türk halkı, tarihsel olarak hem Osmanlı’nın mirasını hem de İngiliz sömürge yönetiminin bıraktığı anayasal ve hukuki altyapıyı taşıyan özgün bir siyasal kültürün sahibidir. Türkiye ile etnik, kültürel ve stratejik bağları güçlüdür. Ancak bu yakınlık, son yıllarda bir “kültürel asimilasyon” kuşkusu yaratarak kimlik bunalımına dönüşmüştür.
Özellikle AK Parti iktidarının şekillendirdiği muhafazakâr sosyo-politik anlayışın KKTC’ye nüfuzu, birçok Kıbrıslı Türk için kendi kimliğini sorgulama süreci başlatmıştır. Kıbrıslı Türklerin kentleşmiş, laik, sosyal demokrat kültürel kodları ile Türkiye’den gelen dindar-muhafazakâr yaklaşım arasında derin bir uyumsuzluk doğmuştur.
Bu durum yalnızca bireysel düzeyde bir aidiyet sorunu yaratmamış; kamusal yaşamın her alanına sirayet etmiştir: Eğitimde imam hatipleşme, toplumsal cinsiyet politikalarında gerileme, kadın hareketlerine baskılar, sanat ve kültür alanında sansür girişimleri gibi örnekler, kimlik krizini kurumsallaştırmıştır.
Birçok aydın, öğretmen, akademisyen, sanatçı, “Kıbrıs Türk kimliğinin eridiğini” dile getirmektedir. Bu yalnızca bir etnik kimlik sorunu değil; bir siyasal vatandaşlık meselesidir. “Kıbrıslı Türk” kimliğinin yerini, “Türkiye’nin uzantısı bir toplum” kimliği alma eğilimindedir. Bu da KKTC’nin “toplum olma” iddiasını zayıflatmakta, siyasi egemenliğin içsel dinamiğini aşındırmaktadır.
Başörtüsü krizi: Simgesel müdahale, toplumsal bölünme
2024 yılının en önemli iç gündemlerinden biri olan başörtüsü düzenlemesi, KKTC’de yıllardır korunan laik eğitim sisteminin kırılma anı olarak değerlendirildi. Ortaokul ve lise düzeyinde başörtüsü kullanımına dair alınan karar, yalnızca dini özgürlük açısından değil, siyasal anlamlar bakımından da büyük tartışmalara yol açtı.
Hükümetin ve özellikle Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın “bireysel özgürlük” savunusu üzerinden meşrulaştırmaya çalıştığı bu düzenleme, öğretmen sendikaları başta olmak üzere eğitim camiası, kadın hakları örgütleri ve laiklik savunucuları tarafından “örtülü ideolojik müdahale” olarak değerlendirildi.
Tatar’ın “burası laiktir, ama aile isterse takılır” şeklindeki açıklamaları, laikliğin devlet düzeyinde değil, aile düzeyinde tanımlanabileceği gibi bir algı yarattı. Oysa laiklik, bireyin inanç özgürlüğünü korurken kamu kurumlarını bu inançtan bağımsız tutan bir ilkedir. Tatar’ın yaklaşımı, bu çizgiyi belirsizleştirdi.
Bu durum toplumda ciddi bir kamusal bölünmeye yol açtı: Bir kesim, kararın bireysel hak ve özgürlükleri tanıması açısından olumlu olduğunu savunurken; büyük bir kesim ise bunun Türkiye’nin ideolojik yönlendirmelerinin KKTC eğitim sistemine doğrudan müdahalesi olduğunu belirtti.
“Geçmişte ‘daha Türk olacaksın’ deniyordu. Şimdi ‘daha dindar olacaksın’ dayatmasıyla karşı karşıyayız” sözleriyle gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı sergileyen Serdar Denktaş, bu gelişmeleri şöyle değerlendirdi:
“Laik eğitime sahip çıkan bu toplum, şimdi dini referanslarla eğitimi biçimlendiren bir siyasal ajanda ile karşı karşıya. Bu, Türkiye’den ‘biz uyuduk, siz uyumayın’ mesajıyla geliyor. Kabul edilemez.”
Suni bir şekilde, adeta provokasyon gibi ortaya atılan başörtüsü krizi, Kıbrıs Türk toplumunun iç bütünlüğünü zedeleyen ve devletin yönünü sorgulatan bir simgeye dönüştü. Artık mesele yalnızca başörtüsü değil, kimin karar verdiği, neyi temsil ettiği ve kimin adına konuştuğu bir konu halini aldı.
Eğitim üzerinden egemenlik: Diploma krizi ve siyasal araçsallaşma
Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Üniversitesi diplomasının, 1990’larda Girne Amerikan Üniversitesi’nden alınan bir yatay geçişle edinildiğinin ortaya çıkması ve bu diplomanın iptal edilmesi, KKTC üniversitelerinin Türkiye iç siyasetinde araçsallaştırıldığı eleştirilerine neden oldu.
Türkiye’deki idari hukuk konusunda akademik uzmanlığıyla tanınan CTP lideri Tufan Erhürman, hukuki açıdan bu iptalin dayanaksız olduğunu belirtti:
“İdari hukukta bir işlemin geri alınması, 60 gün içinde yapılmalıdır. 35 yıl sonra geri alınan bir diplomaya hukuk denemez.”
Bu kriz, KKTC üniversitelerinin uluslararası itibarını da zedeleyerek, akademik bağımsızlık ve yargının siyasallaşması konularında kamuoyunda ciddi endişelere yol açtı.
Mete Hatay’ın tespiti: Demografi sadece sayı değil, irade meselesi
PRIO Kıbrıs araştırmacısı Mete Hatay’a göre KKTC’deki en büyük kriz, demografik değişimin siyasi irade üzerinde yarattığı etkidir. Çok daha fazla olduğu iddialarına rağmen “600 bin” olarak tahmin ettiği nüfusun yalnızca %27–28’inin “kök Kıbrıslı Türk” olması, toplumun “kendi kaderini tayin hakkı”nı zedelemektedir.
“Vatandaşlık yoluyla yaratılan seçmen kitlesi, halkın gerçek tercihlerini gölgelemektedir.”
Bu durum, halkın devletine olan güvenini azaltmakta, siyaseti sadece “dış müdahale alanı” olarak algılamasına yol açmaktadır. Erhürman’ın sıklıkla dile getirdiği “irademiz kayıtta değil” cümlesi, yalnızca diplomasiye değil, sandığa da dairdir.
Muhalefetin yön arayışı: Egemenlik için sessiz diplomasi
CTP’nin çözüm modelinde yalnızca federasyon değil, Ankara ile karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki önerisi de var. Erhürman, Türkiye’yle çatışmadan ama KKTC’nin iç kurumlarını da Ankara’ya ipotek ettirmeden hareket edebilecek bir denge siyasetini savunduklarını anlattı.
Benzer şekilde HP lideri Kudret Özersay da “çözümden önce iş birliği” yaklaşımıyla, KKTC’nin uluslararası izole edilmişliğini aşmak için Türkiye’nin dahil olacağı bölgesel senaryolar üzerinden ilerlemeyi önerdiği “işbirliği modelini” detaylı olarak anlattı. İbrahim Anlaşmaları’nı örnek göstererek, enerji, ulaştırma, sağlık gibi alanlarda teknik iş birliklerinin siyasi çözümün önünü açabileceğini savundu.
Yargı ve sivil toplumun sessiz direnişi
KTÖS, KTOEÖS, Barolar Birliği, Basın-Sen ve birçok sivil toplum örgütü, son dönemde artan Türkiye müdahalesine karşı sessiz ama kararlı bir direniş hattı oluşturmuştur. Bu örgütler, gerek müfredat değişiklikleri gerekse kamusal alandaki dinselleşmeye karşı laik ve özerk kamu düzeninin korunması yönünde mücadele etmektedir.
Basın alanında da benzer bir direnç söz konusu. Türkiye’den gelen medya sermayesi ve propaganda içerikli yayınlara karşı yerel medya organları, ifade özgürlüğünü ve halkın bilgiye erişim hakkını savunmak için çaba göstermektedir.
Ankara gölgesinde solan bağımsızlık
KKTC’nin bugün karşı karşıya kaldığı en temel sorun, yalnızca dış tanınmama değil, içte tanınamama, içeride iradesizleşme sorunu. Türkiye desteği olmadan KKTC ayakta kalamaz; ancak bu destek, kimliksizleştiren ve kurumsal bağımsızlığı tehdit eden bir boyuta taşındığında, KKTC “devlet” olmaktan çıkar, bir uzantıya dönüşür. Türkiye’nin KKTC ile devletten devlete bir ilişki düzeyine geçmesi, bugünkü uygulamada yatırımların hibe, bütçe katkılarının ise borç kaydedilmesi yerine, yatırımların borç ve bütçe katkılarının hibe olması gerekmez mi? Belki böylece yapılan külliyeden otoyollara, içme suyu projesinden belki yarın elektrik sağlanmasına kadar yapılan ve yapılacak muazzam yatırımların barış masasında tazmin edilmesi mümkün olmaz mı?
Çözüm sürecinde hangi model tartışılırsa tartışılsın — ister federasyon, ister iki devlet, ister iş birliği — bu modelin başarıya ulaşabilmesi için önce KKTC’nin kendi ayakları üzerinde durabilen, kendi kurumlarına sahip çıkan, yönetim zaafiyetinin ortadan kaldırıldığı, halkının iradesine güvenen bir siyasi yapıya kavuşması gerekir.