“Kızgın Değilim”

Kızgın değilim. Gerçekten.

Kızgın değilim. Gerçekten.
Çünkü harabe bir binadan düşen taşa, neden düştün, diye sorulmaz.
Taş, orada öylece duruyordu. Belki bir zamanlar bir duvarın köşesiydi, belki bir pencerenin kenarı. Ama yıllar geçti, yağmurlar yağdı, kimse tamir etmedi. Sonra bir gün, kendiliğinden düştü.
Ve denk geldiği ben oldum.

Şimdi sor bana, kızgın mıyım?
Hayır.
Kırık mıyım?
Belki biraz.
Ama onu bile artık bir kusur saymıyorum. Çünkü bazı kırıklar, içine ışık alır.

Eskiden her şeyi kişisel alırdım. Birinin sessiz kalması, bir mesajı geç yazması, gözlerini kaçırması, hepsi bir işaretti bana göre. Oysaki meğer herkes kendi harabesini taşıyormuş içinde. Kimi duvarlarını süslüyor, kimi yıkık dökük yerleri halıyla kapatıyor, kimi sadece gülümseyerek geçiştiriyor. Ama o taş, içimizde hep var. Yer çekimine karşı koyan inatçı bir sessizlik.

Kırıldığım yerlerden büyüdüm. Bu da klişe belki ama doğruluğu değişmiyor. Düşen taşlar bana yol gösterdi. Nerede durmam gerektiğini, hangi binanın gölgesinde beklememem gerektiğini, öğrendim.
Şimdi yolumun üstünde harabeler varsa, başımı kaldırıp şöyle bir bakarım. “Bu dağılır,” derim içimden.
Sonra usulca kenarından geçerim.

Bu kızgınlık değil. Bu, farkındalık.
Beni inciten şeyleri anlamak, onları suçlamaktan daha çok iyileştirdi beni. Çünkü bazı insanlar, bazı cümleler, bazı suskunluklar… tıpkı o taşlar gibi. Bilerek değil, sadece oldular.
Ve düştüler.

Kimi zaman biri bana soruyor: “Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun?”
Cevabı çok uzun değil aslında.
Ben kendimi affettim.
Düşen taşın izini sırtımda taşısam da, o izi artık seviyorum. Çünkü o iz sayesinde daha sağlam duvarlar kurdum içimde. Rüzgâr esse de yıkılmayacak duvarlar.
Ama hâlâ taş düşebilir, onu da bilerek yaşıyorum.

:

:

:

: