Bir gün yayınlarım elbet.
Bir gün…
Bu sabah, arşivime bir makale daha ekledim. Yazdım, düşündüm, yeniden okudum. Ama yayınlamaya cesaret edemedim.
Evet, itiraf ediyorum: Korktum.
Yazının başlığı: “Gücün gölgede bıraktığı hakikat.”
Alt başlıkta ise şöyle diyordum:
“Halk TV ve Sözcü TV’nin 10 gün boyunca karartılması, iktidarın ‘gücüm var, sustururum’ anlayışının ekranlara yansımasıdır. Bu sadece bir ceza değil, aynı zamanda açık bir gözdağıdır.”
Ne eksik ne fazla, ne yumuşak ne sert.
Düşünülmüş, ölçülmüş, mizahla örülmüş bir yazıydı.
Ama olmadı.
Yayınlayamadım.
Sansür var mı? Sansür…
Hani hep o meşhur anketler sorar ya:
“Sansüre maruz kaldınız mı?”
“Hiç oto-sansür uyguladınız mı?”
Cevaplar hep cesur görünür:
“Hayır canım, bana sansür işlemez… Ben asla oto-sansür yapmam.”
Yalan.
Bal gibi de sansür uygulanıyor.
Bal gibi de oto-sansür yapıyoruz.
Ve işte ben şimdi söylüyorum:
Geçen hafta sansürle tanıştım. Her hafta yazımın yayınlandığı bir mecrada yazım “uygun görülmedi” yayınlanmadı. “Elbette o mecrada bir daha yazmayacağım” demesi kolay da, ya oto-sansür”.
Oto sansür mü? Evet, adı üstünde kendime, kendimin sansürü.
Yazdığım hiciv makalesinde “Anayasada hâlâ ‘Basın hürdür, sansür edilemez’ yazıyor ama artık ekranlar kararıyor, anayasa değil” demiştim.
“Demokrasilerde ekran karartma cezası mı olurmuş?” dedim evet.
Ama sonra düşündüm:
Bu cümleyle Silivri’yi göze alabilecek miyim?
Olmadı.
Açık söyleyeyim: Yazarken korkmadım, ama gönder tuşuna basmadan önce bir şey oldu.
İçimden bir ses:
“Şimdi zamanı değil.”
“Boş ver.”
“Ne gereği var…”
İşte o ses oto-sansürmüş.
Ve işte ben, yazıya kıyamayan, korkuya teslim olan o kişi oldum.
Sansüre ceza vermek kolay da, kendime yaptırım da uygulayamam. Acayip bir durum.
Bir zamanlar kartaldı
Halbuki bir zamanlar ne yazılar yazardım…
Yeri geldiğinde generallere, büyükelçilere, başbakanlara sataşmışlığım, cumhurbaşkanıyla polemiğim bile vardır.
Kelimeleri eğip bükmeden, bazen giyotin gibi, bazen neşter gibi kullanırdım.
Ama şimdi, o cesaretin üzerine inen bir örtü var.
İnce ince, sessiz sessiz…
Yıllar içinde dokunan bir “korku örtüsü.”
Korku örtüsü
Ve o örtü o kadar kalınlaşmış, o kadar koyulaşmış ki…
Bugün benim gibi “aykırı” diye bilinen biri bile sustu.
Çünkü korku yalnızca içeriği değil, refleksi de değiştiriyor.
Önce yazıyorsun, sonra düşünüyorsun.
Sonra siliyorsun.
Yani…
Kendini sansürlüyorsun.
Evet, hâlâ yazıyorum.
Ama artık her yazıdan önce bir iç hesaplaşma yaşıyorum.
Bu hesaplaşmanın adı da şu:
“Göze alıyor musun?”
Ve bu sabah cevabım şuydu:
Hayır.
Korktum.
Arşive not düştüm
Ama not ettim. Arşive kaydettim.
Belki bir gün…
Eğer o gün gelirse…
İşte o zaman “yayınladım” diyeceğim.
Bugün değil.
Bugün sadece itiraf ediyorum.