Bilgi çağında gerçek, yalnızca içeriğin değil, içeriği kimin sunduğunun da meselesi. Yurttaş gazeteciliğinden yapay zekâ editörlerine, haberin ruhu bir muamma haline gelirken, gazetecilik mesleği ise “tanımlanabilir bir varlık” olmaktan uzaklaşıyor.
Gazeteci kime karşı ve neden sorumludur? Sadece maaşını veren işverenine karşı mı; yoksa işverenine yağlı ballı kamu ihaleleri veren, çeşitli vergi ve sair avantajlarla kendine biat ettiren siyasi yönetime mi; haber kaynağına mı; yoksa okuyucuya mı? Belki de bunların yanına bir de habercinin kendisini, kendisine duyması gereken saygıyı koymamız gerekmez mi?
Haberci habere sadık kalmalıdır, değil mi? Kaynağına da keza… Peki kitaplar yayınlayan, üstelik de aynı zamanda gazeteci olduklarını iddia eden iletişim profesörleri, veya yaşını başını almış koca koca “gazeteciler” gerçeği bile isteye büküp kendi çıkarlarına hizmet ettirmek isterseler, durum ne olur?
“Gazeteci kimdir?” sorusu, bir zamanlar cevabı net olan sade bir soruydu. Bugünse cevabı filtrelenmiş bir Instagram hikâyesi kadar değişken, bir yapay zekâ metni kadar ruhsuz olabilir. Çünkü artık “haber” denen şey; tweet’ten, video montajdan, hatta bir “şok şok şok!” ifadesinden ibaret hale getirilebiliyor.
Ne acıdır ki, gerçek ile algı arasındaki sınırın silindiği bir çağda, gazetecilik tanımı da piksel piksel çözülüyor. Kimin gazeteci olduğuna artık ne diplomalar ne de deneyimler karar veriyor. Bazen bir haber portalı editörü, bazen de bir influencer aynı kefeye konulabiliyor.
Sorumluluk kimedir? Kamuya mı, güce mi?
Gazeteciliğin temel sorularından biridir: Gazeteci kime karşı sorumludur? Cevap açık gibi görünür: Elbette kamuya. Ancak gerçek hayatta bu sorunun cevabı giderek bulanıklaşıyor. Maaşını ödeyen patron vardır bir yanda, o patronun vergi affı ya da kamu ihalesi beklentisi içinde olduğu siyasi iktidar öte yanda… Üstelik o iktidarın hoşuna gidecek içerikler bekleyen bir seçmen kitlesi de cabası. Tüm bu ilişkiler ağında, gazetecinin asli sorumluluğu olan halk, çoğu zaman geri planda kalıyor.
Eğer bir medya patronu kamu kaynaklarıyla besleniyor, iktidarla yakın ilişki içinde bulunuyorsa, gazetecilik ile halkla ilişkiler arasındaki çizgi hızla silikleşiyor. Hele ki gazeteci, haber kaynağıyla dostane tatil fotoğrafları veriyorsa, ortada bağımsız bir habercilikten söz etmek pek mümkün değil.
Şunu net biçimde söylemek gerekir: Eğer bir metin yalnızca tek bir kaynaktan alınan bilgiye dayanıyorsa, farklı tarafların görüşlerini içermiyorsa, buna haber değil, olsa olsa bir tanıtım metni ya da halkla ilişkiler bülteni denebilir. Ne yazık ki günümüzde birçok “haber” bülteni bu tanımın ötesine geçemiyor.
Yurttaş gazeteciliği: Katılım mı, karmaşa mı?
Dijital çağla birlikte herkesin sesini duyurabildiği, anında içerik üretebildiği bir döneme girdik. Yurttaş gazeteciliği adı verilen bu yeni pratik, bilgiye erişimi demokratikleştirdiği ölçüde, haber üretimini de daha katılımcı hale getirdi. Kulağa olumlu geliyor, evet. Ama doğruluk ve denetim mekanizmaları devre dışı kaldığında, bu katılım çoğu zaman bilgi kirliliğine dönüşebiliyor.
Bir cep telefonuyla çekilmiş video, sosyal medyada paylaşılan bir yorum ya da “şahit ifadesi” diye sunulan taraflı anlatımlar, geniş kitlelerce hızla “haber” kabul edilebiliyor. Oysa habercilik, sadece yaşanılanı anlatmak değil; bunu doğru bağlamda, doğrulanmış verilerle, adil ve dengeli biçimde aktarmaktır. Bu ilke kaybolduğunda, yurttaşın haber üretme çabası, iyi niyetle başlasa da sonuçta kaosa hizmet edebiliyor.
Sorun halkın katılımı değil; sorun, doğrulama mekanizmalarının baypas edilmesi. Haber sandığımız şeyin, aslında kurgu, spekülasyon ya da duygusal manipülasyon olması. Ne de olsa editoryal süreçlerin yerini “trend listesi” aldı. Denge ve doğruluk gibi değerler ise, eski zamanların modası olarak raflara kaldırıldı.
Etik mi, etiket mi?
İletişim fakültelerinden yükselen bazı sesler, etik ilkeleri hâlâ önemserken; diğerleri “içerik üretimi” üzerinden yürüyen bir sektörü idealize ediyor. Ne de olsa “çok izlenen” her şey doğrudur mantığı, akademide de yankı bulmaya başladı. Hatta bazı akademisyen-gazeteciler, kendi yazdığı kitabın basın bültenini “habere dönüştürme” işini büyük bir özgüvenle sürdürebiliyor.
Kendini “meslek büyüğü” olarak tanıtan kimi figürlerin, gerçekleri eğip bükerek pozisyon aldığı, kişisel ajandalarını kamusal bilgiymiş gibi servis ettiği örnekler artık sıradanlaştı. Oysa gazeteci, önce kendine saygı duymalı değil mi?
Yeni dönemde haberin yazarı bir algoritma olabilir. Hatta kimine göre, yapay zekâ daha “objektif” bile sayılır. Fakat gerçek şu: İçeriği kim üretirse üretsin, ona anlamı, bağlamı ve sorumluluğu verecek olan hâlâ insandır. İnsan olmayan bir “editör” sorumluluk taşımaz. Vicdan da duymaz.
Yapay zekâ destekli sistemlerin sunduğu içerikler, tıklanma oranlarını artırabilir, ama halkın güvenini artırmaz. Özellikle de algoritmalar, kullanıcıyı kendi görüş balonuna hapsederken…
Medya sahipliği sorunu çözülürse her şey hallolur mu?
Birçok kişi, medya sahipliğini düzenlemenin her derde deva olacağını düşünüyor. Elbette bu önemli bir adım. Fakat medya sahibinin değişmesi, gazetecinin ruhunu dönüştürmüyorsa, sorun yalnızca mülkiyet değil, zihniyet sorunudur.
Gazeteci, sadece neyi yazdığıyla değil, neden ve nasıl yazdığıyla da tanımlanır. Güce yakın durma refleksi, ne yazık ki hâlâ pek çok mecrada gazeteciliğin önüne geçiyor. Bu yüzden basın, hâlâ en az güvenilen kurumlar sıralamasında siyaset ve adaletle dipte buluşuyor.
Bunca karmaşaya rağmen, hâlâ haberin peşinden koşan, baskıya boyun eğmeyen, editoryal bağımsızlığı kişisel bir namus meselesi sayan gazeteciler var. Onlar sayesinde hâlâ umut var. Çünkü gazetecilik, ekran süresinden, tıklanma oranından ya da algoritmanın gazabından daha büyüktür.
Bir gazeteciyi tanımak istiyorsanız, onun nerede çalıştığına değil, neyin peşinden koştuğuna bakın. Gerçeğin mi, yoksa gücün mü?