Sykes Picot 2.0 mı? Orta Doğu’nun yeniden tanımlanması mı?

Harita değişmemiş olabilir, ama etkin rol dağılımı yeniden biçimleniyor. “Ateşkes”in ardından Türkiye’nin Kürt hamlesi, İsrail–ABD bombaları, Gazze’nin teknokratlaştırılması, Suriye’nin sessiz normalleşmesi ve İran’ın nükleer direnci… Tümü, sahada olanı resmi barış kisvesi altında gizleyen yeni jeopolitik düzenin parçaları.

Harita değişmemiş olabilir, ama etkin rol dağılımı yeniden biçimleniyor. “Ateşkes”in ardından Türkiye’nin Kürt hamlesi, İsrail–ABD bombaları, Gazze’nin teknokratlaştırılması, Suriye’nin sessiz normalleşmesi ve İran’ın nükleer direnci… Tümü, sahada olanı resmi barış kisvesi altında gizleyen yeni jeopolitik düzenin parçaları.


Ekim 2024’ten bu yana Ankara’nın, resmî düzlemde adlandırmaktan özellikle kaçındığı ancak içerikte gayet belirgin olan bir dizi Kürt temasında bulunduğu kimse için sır değil. Kimse gelişmelere ne “çözüm süreci”, ne de “açılım” demiyor. Şeffaflık da yok. Alacakaranlıkta ilerleniyor, ya da ilerlendiği sanılıyor.
Hükûmetin kelime seçimlerindeki ihtiyat, geçmişte yaşanan toplumsal kırılmaların ve güven erozyonunun açık bir yansıması. Yine de, Fransa’nın Lyon kentinde, İsviçre’nin Cenevre ve Lozan şehirlerinde yürütülen bazı temaslar, sivil toplum maskesi altında, güvenlik ve yönetim yapıları ekseninde stratejik görüşmelere dönüştü. Bu temaslara kimi Suriyeli Kürt temsilciler, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi çevreleri ve Avrupa’daki bazı diaspora aktörlerinin dahil edildiği yönünde kulis bilgileri, hem Batı medyasına hem de bölge basınına yansımış durumda.
Zamanlama tesadüf mü? Hayır. Türkiye, Gazze sonrası şekillenen bölgesel düzenlemenin dışında bırakılmanın eşiğinde. Katar, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri gibi oyuncular yeni planların mutfağında şef konumundayken, Ankara’ya servis edilen tek şey “yüksek sesli eleştiri hakkı.” Türkiye’nin bu diplomatik masada sandalye bulamaması, onu yeni pozisyonlar aramaya itti. Ve Kürt kartı, tam da bu noktada yeniden devreye sokuldu. Bu, geçmişte yalnızca iç güvenlik meselesi olarak ele alınan bir konunun artık doğrudan dış politika araçlarına entegre edildiği anlamına geliyor. Türkiye’nin bölgesel oyun dışı kalmamak için içerideki bazı düğümleri gevşetmesi gerekiyordu ve hükümet de bu gerekliliği pragmatik bir adımla okumaya başladı.
Kürt açılımı, bu bağlamda iki yönlü okunmalı: Bir yandan iç politikada yeniden yükselen baskı ortamı ve toplumsal gerginlikleri yumuşatma aracı olarak işlev görüyor. Özellikle ekonomik daralma ve genç nüfusun artan huzursuzluğu düşünüldüğünde, hükümet bu açılımı bir tür ‘psikolojik rahatlama’ reçetesi olarak da kullanmak istiyor. Öte yandan, bölgesel ölçekte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Gazze’deki etkisizliğini dengelemek ve Suriye–Irak ekseninde etkinliğini yeniden konumlandırmak için elindeki son kozlardan birine dönüştü bu süreç.
Nitekim bazı gözlemciler bu sürecin yalnızca PKK veya Suriye Kürtleri ile değil, aynı zamanda ABD ve Fransa gibi aktörlerle yürütülen daha geniş çaplı stratejik müzakerelerin uzantısı olduğunu savunuyor. Bu çerçevede, PKK’nın silahsızlandırılması, YPG’nin Suriye’nin yeni düzenlenmesindeki konumunun revize edilmesi, ve hatta Irak’ın kuzeyindeki askeri mevcudiyetin yeniden tanımlanması gibi konular, Türk diplomasisinin masaya koyduğu başlıklar arasında yer alıyor olabilir.
Ancak burada önemli bir ironi var: Türkiye, tarihte defalarca olduğu gibi, bir kez daha büyük güçlerin bölgeyi şekillendirme projesinde geç kalmış bir aktör gibi davranıyor. Her ne kadar ABD Büyükelçisi ve Ortadoğu Özel Temsilcisi Thomas J. Barrack yeni bir Sykes-Picot olmayacağını söylemişse de göründüğü kadarıyla Sykes–Picot’un 21. yüzyıl versiyonu masada ve Ankara bu defa da haritayı çizenlerden değil ama revize edilen çerçevelere adapte olmaya çalışanlardan biri gibi görünüyor. Kürt açılımı ise, bu yeni düzende kaybolmamak için sanki elde kalan nadir jeopolitik manevra alanlarından birisi.
Kısacası, bu görüşmeler bir barış girişimi olabilir — ama belki de aynı zamanda Türkiye’nin büyük satranç tahtasında kaybetmemek için oynadığı son taşlardan biri. Ve bu taş, doğru zamanda, doğru zeminde ve doğru aktörlerle oynamazsa, bir kez daha elde patlayabilir.
BOMBALAR KONUŞTU, SONRA DİPLOMASİ DEVREYE GİRDİ
İsrail, İran’a yönelik beklenmedik bir hava saldırısı başlattığında, dünya henüz bu hamlenin kapsamını ve amacını tam kavrayamamıştı. Ancak kısa süre içinde bu operasyonun rastlantısal bir misilleme değil, aylar süren istihbarat hazırlığı ve ABD ile koordinasyon sonucu yürütülen daha büyük bir planın parçası olduğu anlaşıldı. “Midnight Hammer” (Gece Yarısı Çekici) adını taşıyan bu harekât, yalnızca İran’ın nükleer altyapısını hedef almakla kalmadı; aynı zamanda bölgesel düzenin haritasını da zihinsel olarak yeniden çizme iddiası taşıyordu. İsrail’in vurduğu noktaların hassasiyeti, bu saldırının sembolik değil, stratejik bir mesaj içerdiğini açıkça ortaya koydu.
ABD Başkanı Donald Trump, operasyon sonrası ilk günlerde kameralar karşısında yaptığı açıklamalarda, “İran’ın nükleer programı artık yok hükmündedir” ifadeleriyle adeta zafer ilan etti. Ancak bu iddiaların üzerinden yalnızca birkaç gün geçmişti ki, Pentagon kaynaklarından gelen raporlar bu coşkulu açıklamalara şüpheyle yaklaşılması gerektiğini gösterdi. “Program tamamen yok edilmedi, yalnızca birkaç ay geri itildi” cümlesi, medyada sıkça tekrarlanan bir satıra dönüştü. Bu çelişki, Washington’da karar alma sürecinin askeri başarıyı nasıl siyasi pazarlık malzemesine dönüştürdüğünü gözler önüne serdi.
Sahadaki gelişmeler ise bu çelişkileri destekler nitelikteydi. Uydu görüntülerine yansıyan karelerde Fordow’daki nükleer tesisin çevresinde ağır iş makineleri ve kazıcılar çalışıyordu. İran, saldırının yarattığı yıkımı yalnızca bir kriz olarak değil, aynı zamanda “yeniden yapılanma” fırsatı olarak yorumlamış gibiydi. Yer altına taşınan yeni tesis iddiaları, Tahran’ın direncinin teknik değil, stratejik olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu noktada dikkat çekici olan, İran’ın cevap vermek yerine yeniden kurmaya odaklanmasıydı — bu da savaş sonrası diplomasiyi bekleyen daha büyük bir oyunun işaretini taşıyordu.
Trump’ın bu hamleyi kısa süre sonra ilan ettiği ateşkesle birlikte “tamamlanan bir iş” gibi sunması, aslında sahada hiçbir şeyin tamamlanmadığını gizlemeye dönükti. Operasyonlar sahayı temizlemedi, aksine düzenlemeye alan açtı. Çünkü bu tür “önce bomba, sonra barış” stratejileri, sadece askeri değil, diplomatik anlamda da zemini yeniden kodlar. Ortadoğu’da kurallar böyle yazılıyor artık: hedefler vuruluyor, sonra da bir düzen teklif ediliyor. İşte tam bu yüzden, “Midnight Hammer”, geçmişteki yıkıcı operasyonlardan değil, gelecek planlamalarının zeminini hazırlayan bir geçiş evresinden ibaretti.
Ateşkes barışa dönüştürülebilir mi? İran nükleer programını ABD’nin arzu ettiği şekle sokar mı? Bunlar henüz belli değil ancak Uluslararası Atom Enerjisi Kurumuyla (IAEA) işbirliği yapmayacağı ve ülkeye giriş vizesi vermeyeceği açıklamasıyla İran önümüzdeki dönemin kolay geçmeyeceği sinyallerini de verdi.
GAZZE 2.0: YÖNETİM DEĞİL, TASARIM PROJESİ
Gazze’de yaşanan askeri yıkımın ardından başlatılan tartışmalar artık “yeniden inşa” değil, doğrudan “yeniden tasarım” sürecine dönmüş durumda. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan bu sürecin görünürde düşük profilli ama içerikte oldukça radikal üçlü eksenini oluşturuyor. Kulislere yansıyan bilgilere göre, Hamas’ın Gazze’den tümüyle tasfiyesi yalnızca bir askeri ya da güvenlik hedefi değil; bölgesel düzeyde şekillendirilen yeni bir siyasal mimarinin ön koşulu. Hamas’ın bazı üst düzey liderleri için “sürgün destinasyonları” dahi telaffuz ediliyor. Bu yeniden yapılandırma sürecinde, Gazze halkına bir “demokrasi sözü” verilmiyor. Aksine, dış destekli, teknokratlardan oluşan bir yönetim yapısı kuruluyor. Seçilmiş değil, atanmış aktörler eliyle şekillenecek bir gelecek tahayyülü söz konusu.
Bu yaklaşım, aslında neoliberal kalkınma modellerinin çatışma sonrası coğrafyalarda nasıl işlediğinin tipik bir örneği. IMF veya Dünya Bankası destekli yeniden yapılanma projelerinin Filistin versiyonu gibi. Gazze, bu perspektifte yalnızca bir bölge değil; bir laboratuvar. Bölgesel aktörlerin çıkarlarının ve küresel güçlerin mühendislik kabiliyetlerinin test edildiği bir pilot alan. İnşa edilecek okullar, hastaneler, hatta elektrik altyapısı bile politik anlamda tarafsız değil. Her bir blok, yeni düzenin simgesel taşı. Ortadoğu’nun diğer krizli alanları için bir model alanı yaratılmaya çalışılıyor. Ancak bu modelin temelinde barış değil, nüfuz paylaşımı yer alıyor. Dolayısıyla, adına ister barış deyin ister istikrar, Gazze’de kurulan yeni düzen, halkın iradesinden çok masa başında çizilen bir taslak projenin uygulanmasıdır.
SURİYE: SESSİZCE MASAYA DÖNÜŞ
Bu yeniden yapılanma sürecinin yalnızca Gazze ile sınırlı olmadığını görmek için gözleri biraz daha kuzeye çevirmek yeterli. Suriye, yıllar süren izolasyonun ardından sessizce masaya geri dönüyor. Kimse açıkça itiraf etmese de, “Abraham Anlaşmaları”nın genişleme ekseninde Şam’a da yer açılmış gibi görünüyor. Aslında daha Moskova’ya kaçması öncesinde de Esad rejimiyle doğrudan görüşmeler yürütüldüğü ve bu görüşmelerde Golan Tepeleri’nin bile müzakere başlığı olarak masaya getirildiği iddia ediliyor. Suriye’nin bölgesel denklemde yeniden konumlandırılması, bir tür “barış karşılığı normalleşme” formülünü andırıyor.
Ama asıl dikkat çekici olan, sınırların harita üzerinde sabit kalmasına rağmen, ekonomik ve jeopolitik nüfuz alanlarının hızla el değiştirmesi. İran’a yakın ticaret hatlarının Körfez destekli yatırım fonlarıyla yer değiştirdiği, altyapı ihalelerinin Çin ve Rusya’dan Körfez konsorsiyumlarına doğru kaydığı bir yeniden paylaşım süreci yaşanıyor. Suriye’de barıştan önce yatırım geliyor, çünkü yeni Ortadoğu’nun ilk kuralı bu: Savaş biter bitmez ilk giren yatırımcı olur, sonra diplomasi gelir.
Tüm bu gelişmeler ışığında “Hayır, bu bir yeni Sykes–Picot değil” demek artık pek inandırıcı değil. Çünkü klasik sömürgeci bölüşüm modellerinde olduğu gibi, bu kez de masa başında haritalar yeniden çizilmiyor belki ama çıkar alanları yeniden inşa ediliyor. Gazze proje alanıysa, Suriye yeniden dizayn ediliyorsa, bu resmin adı konmasa da çerçevesi gayet net. Abraham Anlaşmaları, yalnızca İsrail ile Körfez arasındaki diplomatik tanıma belgeleri değil; Ortadoğu’da yeni bir statüko mimarisi. Ve bu mimaride Türkiye’nin dışarıda kalması, yalnızca diplomatik bir eksiklik değil, stratejik bir yalnızlık riski.
İRAN’IN NÜKLEER GECİKMESİ: YOK EDİLMEDİ, SADECE ERTELENDİ
Amerikan kamuoyuna dramatik bir “zafer” olarak sunulan İran’a yönelik bombardıman, perde arkasında oldukça karmaşık ve çelişkili sonuçlar doğurdu. GBU 57 olarak bilinen “bunker buster” bombalar yerin yüzlerce metre altına işleyebilen teknolojik harikalardı ve Fordow gibi yer altı tesislerini hedef aldı. Ancak medya ekranlarında izleyiciye sunulan görüntüler, daha çok toz dumanla karışmış yüzey çöküntüleri oldu. Pentagon’un resmi açıklamaları bile dikkatli bir tonla “nükleer malzemeler daha önceden başka yere taşınmış olabilir” demekle yetindi. Öte yandan CIA, tespit edilen bazı merkezlerin “geri döndürülemez şekilde zarar gördüğünü” savundu. İki söylem arasındaki bu gri alan, aslında stratejik bir bilinmezliği işaret ediyor: İran’ın nükleer altyapısı fiziksel olarak zarar görse bile, zihinsel altyapısı—yani bilimsel kapasitesi, insan kaynağı ve gizli ağları—hala canlı. Zaten asıl tehdit, bir reaktörden ziyade o reaktörü kurabilecek entelektüel ve örgütsel kapasitenin canlı kalması değil mi?
ATEŞKES Mİ? YOKSA SOLUKLANMA MI?
Donald Trump’ın sürpriz “ateşkes” ilanı, diplomatik literatürde yeni bir tanım yaratmış olabilir: “gönüllü duraksama.” İran, aynı derecede sessiz bir karşılık verdi—karşı ateş açmadı ama geri adım da atmadı. Bu karşılıklı duraksama, birçok gözlemci tarafından bir “soluklanma” olarak okunuyor. Çünkü ne ABD tarafında İsrail’e yönelik sınırlama söylemleri kalıcı bir politika değişikliğine işaret ediyor, ne de İran tarafında nükleer haklardan bir vazgeçiş ifadesi var.
Trump, “Yine aşırıya kaçarlarsa bombalarız” diyerek aslında ateşkesi tehdit altına aldı. İran ise, “Uranyum zenginleştirme bizim egemenlik hakkımızdır” diyerek diplomatik pozisyonunu korudu. Kısacası bu bir barış süreci değil; daha çok, savaşı zamana yayan bir ara dönem. Bu geçici sükûnetin ömrü, siyasi faydaların ne kadar sürede tüketileceğine bağlı. Çünkü sahada silahlar sussa da, zihniyetler hâlâ savaşı sürdürüyor.
NETANYAHU’NUN İÇ SAVAŞI KALKANLA KAZANMASI
Netanyahu için bu savaş, sadece dış politikada bir strateji değil; iç politikada da bir kurtuluş reçetesi işlevi gördü. İsrail Başbakanı, yargılandığı yolsuzluk davalarına ilişkin kamuoyu baskısını, savaşın psikolojik dalgasıyla adeta silip süpürdü. Savaş başladığında mahkeme salonlarındaki tartışmalar ekranlarda yer bulmaz oldu. Yerini “ulusal güvenlik”, “varoluş savaşı” ve “liderlik” gibi dramatik kavramlar aldı. Anketlerde onay oranları tavan yaptı.
Dahası, Netanyahu’nun “savaşta dirayetli lider” imajı, içerdeki siyasi rakiplerini bile söylemsel olarak sindirdi. Ancak bu “koruma kalkanı” sonsuz değil. Savaş ortamı sürdükçe siyasi avantaj sağlasa da, barış geldiğinde dosyalar yeniden açılacak. Hukuk, ertelense de silinmez. İsrail’de bir rejim değişikliği olasılığı konuşulmasa da, Netanyahu’nun kendi yarattığı krizle iktidarda kalma stratejisi uzun vadede sürdürülebilir olmayabilir.
İRAN ALTERNATİF ROTADA: NPT’DEN AYRILMA, RUSYA’YA YANAŞMA
İran için bu saldırıların belki de en önemli sonucu, savunma refleksinin stratejik bir paradigma değişimine yol açması oldu. Bugüne kadar “barışçıl” nükleer program iddiasını koruyan Tahran yönetimi, artık açıkça nükleer caydırıcılık opsiyonunu masaya yatırıyor. Bu sadece iç politika değil, dış ilişkilerde de yeni yönelimleri beraberinde getirdi. Moskova ile askeri işbirliği protokolleri derinleştiriliyor; ortak hava savunma sistemleri, istihbarat paylaşımı ve eğitim alanlarında yeni anlaşmalar gündemde.
Ayrıca Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) çekilme olasılığı artık yalnızca marjinal düşünce kuruluşlarının fantezisi değil; devlete yakın akademik çevrelerde ciddi ciddi tartışılan bir senaryo. Kuzey Kore modelinin İran’a taşınabilirliği, her geçen gün daha fazla seslendiriliyor. Kısacası İran, Batı’nın kurduğu oyunun içinde kalmak yerine, kendi oyununu kurmayı deniyor. Bu, belki de bölgesel güvenliğin en kritik eşiğine yaklaşıldığının göstergesi.
İSRAİL EKONOMİSİ: YENİDEN İNŞA MI, DERİN KRİZ Mİ?
İsrail’in savaş sonrası ekonomik bilançosu, askeri zafer söylemlerini gölgede bırakabilecek boyutlara ulaştı. İlk tahminlere göre altyapı ve güvenlik harcamaları 6 ila 10 milyar dolar arasında değişiyor. ABD’den acil yardım paketi gelmesi muhtemel, ancak küresel yatırımcılar açısından İsrail artık “istikrarsız bölge” algısını taşıyan bir risk alanı.
Turizm sektörü neredeyse durma noktasında, teknoloji sektöründe büyüme yerini durgunluğa bıraktı. Askeri sanayi yatırımları artarken, sosyal hizmetler ve iç talep daralıyor. Uzun süren savaş, dış destekli büyümeye dayalı modelin sürdürülebilirliğini zorluyor. Netanyahu, siyaseten kazansa da, ekonomik bedel sandıkta çok daha ağır gelebilir. Çünkü savaşla kazanılan liderlik, krizin gölgesinde hızla eriyebilir.
RUSYA VE ÇİN: UYUMLU GÖZLEMCİLER Mİ?
ABD, bölgede adım adım yeni bir harita çiziyor. Suriye, Gazze ve hatta İran sahnesi, Washington’un diplomatik ve askeri planlarının eşzamanlı olarak yürütüldüğü birer test alanı haline geldi. Bu süreçte Rusya ve Çin’in pozisyonu dikkat çekici. Ne açık bir meydan okuma var, ne de tam bir onay. Bir tür “stratejik suskunluk” hâkim.
Özellikle Rusya, Ukrayna savaşında Batı’yla cepheleşirken Ortadoğu’da itidalli davranmayı tercih ediyor. Çin ise ekonomik nüfuzunu korumakla meşgul; çatışmaya doğrudan girmeden enerji arzını ve Kuşak-Yol güzergâhlarını güvence altına almak istiyor. Bu “satın alınabilir sessizlik” politikası, kısa vadede ABD’ye alan açsa da, uzun vadede yeni çatışmaların önünü kesemeyebilir. Çünkü büyük güçler arasında süregelen bu dolaylı denge oyunu, bir noktada ya yeni bir soğuk savaşa dönüşecek ya da yerini doğrudan rekabete bırakacaktır. Ama bugün için Rusya ve Çin, izlemekle yetiniyor—en azından şimdilik.
HARİTA DEĞİL AMA GÜÇ SAHASI YENİDEN AYARLANIYOR
Resmî metinler “sınırlar sabit” dese de, güç dengesi çoktan kaydırıldı. Etki alanları yeniden kuruldu. Türkiye, Kürt kartını oynarken, Suriye, Brüksel, Londra masalarında yeniden gündemde, Gazze teknokratik maketlere dönüşüyor, İran yeniden inşa ediyor, İsrail borcunu sayıyor… Bu pazarlıkların sonucu haritada değil, egemenlik diziliminde yazılıyor.
O halde sorumuz şu: Harita sabit kaldığı sürece kime ne oluyor? Uzmanlara göre büyük kırılma tamponda; ama diplomasi değil, gölge strateji tekeli sahnedeki esas aktör.
Her ne kadar resmî açıklamalar “sınırlar değişmedi” dese de, sahadaki gerçeklik çok farklı: Etki alanları sessiz sedasız yeniden çizildi, güç dengeleri yer değiştirdi. Türkiye, uzun süredir rafa kaldırdığı Kürt kartını yeniden masaya sürerken; Suriye dosyası Brüksel ve Londra’da yeniden açıldı. Gazze, siyasi iradenin değil, dışarıdan belirlenen teknokratların yöneteceği bir ‘proje alanına’ dönüştürülüyor. İran, yıkılan tesislerinin yerine yenilerini inşa ediyor. İsrail ise hem ekonomik olarak ağır bir fatura ödüyor hem de iç siyasi krizleri savaş perdesiyle örtmeye çalışıyor.
Asıl pazarlıklar harita üzerinde değil, egemenliğin biçimi ve paylaşımı üzerinden yapılıyor. Harita belki hâlâ aynı görünüyor ama üzerindeki güç dağılımı değişmiş durumda. O yüzden asıl soru şu: Sınırlar sabit kalsa bile, bu değişimin kazananı ve kaybedeni kim olacak? Uzmanlara göre kırılma noktası artık çatışma bölgelerinin ortasında değil, tampon alanlarda gizli. Ancak bu kez sahneyi yöneten diplomasiden çok, perde arkasındaki gölge stratejiler. Yani yeni düzen, müzakerelerle değil, dayatmalarla ve sinsice kurulan ittifaklarla şekilleniyor.

Bu haber 501 defa okunmuştur

:

:

:

: