FERİT EDGÜ ATÖLYESİNDE YİRMİ GÜN, (Öykü)

Usta yazar Ferit Edgü’yü kaybettik. Anısına saygı ve minnetle.

Usta yazar Ferit Edgü’yü kaybettik. Anısına saygı ve minnetle.
Şubat 2020’de yazdığım bir inceleme-öykümü okuyucularımla paylaşıyorum.



Son katıldığım Yaratıcı Yazarlık Atölyesindeki arkadaşımın önerisiyle Ferit Edgü atölyesine başlamaya karar verdim. En yakın kitapçıdan kayıt yaptırabildiğim için çok şanslıydım. Daha önce Hakkâri’de Bir Mevsim, Yazmak Eylemi, Do Sesi, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı kitaplarını okuduğum ustanın atölyesi için heyecan duyuyordum.
Ferit Edgü’nün atölyesi tanınmış bir kitabevindeydi ve yurdun pek çok yerindeki kitapçılarda başka atölyeleri de olduğu biliniyordu.
İlk gün, derse başlamadan önce İsmail Ferit Edgü’ nün 1936 İstanbul doğumlu olduğunu, Edgü kelimesinin Çağatayca’ da iyi, güzel anlamına geldiğini, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde başlayan Yüksek öğrenimini Paris’te tamamladığını, Paris’ten dönüşte gittiği Pirkanis’te (1962) dokuz ay kaldığını ve O (Hakkari’de Bir Mevsim) isimli romanını bu büyük değişim sonrası yazdığını özgeçmişinden okudum. (Özyurdunda Yabancı Olmak, Demir Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları, s; 5,6.)
Türkiye’ye döndükten sonra Mavi Dergisi’nde yazmaya başladığını, bin dokuz yüz yetmiş altı yılında Ada Yayınları’nı kurduğunu derse başlarken anlattı. Kendisiyle ilgili tüm anlattıkları bu iki cümle. Bir de üçüncü cümle olarak; Elli kuşağına aitim, dedi.
Bir Gemide adlı öykü kitabıyla Sait Faik Armağanı’nı kazandığından, Ders Notları isimli kitabı ile TDK Deneme Ödülünü aldığından, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı romanının Sedat Simavi Edebiyat Ödülüne layık görüldüğünden, O isimli eserinin Hakkâri’de Bir Mevsim adıyla sinemaya uyarlandığından, 33. Berlin Film Festivali ve 2. Akdeniz Film Festivalinde ödüller aldığından bahsetmedi.
Ben ikinci doğumumu Hakkâri’de yaşadım, Pirkanis’e gitmem benim talihim oldu, diye devam etti. Çektiği resimlerden bahsetti.

Ölen bebelerin (ölmeden, ölürken ve öldükten sonra) fotoğraflarını çektim (renkli ve siyah beyaz).
Satılan kızların fotoğrafını çektim (önce, satılırken ve satıldıktan sonra).
Karın altında açılan içine çıplak bir bebe ölüsünün bırakıldığı, ıslak, soğuk toprağın fotoğrafını çektim.
Ot bitmez, kar tutmaz kayaların fotoğrafını çektim.
Karın üstünde yansıyan ayışığının fotoğrafını çektim. Gün doğumunun fotoğrafını çektim (bu ikisinden mutlak bir ödül bekliyorum).
Donan gözyaşının fotoğrafını çektim.
Zazi'nin dik başının fotoğrafını çektim.
Muhtar'ın umursamazlığının fotoğrafını çektim.
Muhtar Ağa'nın yaşının fotoğrafını çektim.
Bitlerin fotoğrafını çektim.
Ellerin fotoğrafını çektim.
Yalnızlığın fotoğrafını çekemedim.
Türkülerin, ağıtların fotoğrafını çekemedim.
Çaresizliğin fotoğrafını çekemedim.
Çılgınlığın fotoğrafını çekemedim.
Ya da çektiklerim yalnız onlardı. (O, Ada Yayınları s;202)

Oradayken gittiği Süryani kitapçıdan, kitapçının onun için seçtiği on kitaptan, pusuladan, haritadan, kadınların yokluğundan, adamların yoksulluğundan, dili anlamamaktan, insanı anlamaktan, ortak dilden, karın üstünde yalınayak yürüyüp ölmeyenlerden, tekneden, ırmaktan, usta bir kaptandan ve kazazededen bahsetti. Sonra bize ilk ders olarak şunu söyledi;
Yazdığınız hiçbir şeyi silmeyin, yanlış da olsa silmeyin, ben de öyle yazıyorum, yanlışlarımın üstünü çizmeden yazıyorum. İlerde bir gün, kendi yanlışım, yaptığım yanlışı görmek için. Günü geldiğinde düzeltmek için. Bunları söylerken bir yandan da sandalyelerimizin arasında dolaşıp kolçakların üzerindeki silgilerimizi topladı.
Bazı kurallar yazılıydı duvarda.
1. HER ŞEYDEN ÖNCE OLDUĞUN YERİ İYİ BELİRLE. HARİTA ÜZERİNDE İŞARETLE.
2. KİMSİN BUNU BİL. NEYİN SAHİBİSİN BUNU BİL.
3. DÜŞLERİ BIRAK, GERÇEKLERE BAK.
4. YALNIZLIK YASAK
5. KENDİNE BAŞKA BİR YURT ARAMA.
6. YENİ BİR DİL ÖĞREN, YENİ BİR YURT YARAT KENDİNE.
7. BURASINI ÖĞREN, BURASINI BİL. BU İNSANLARIN DİLİNİ, BURANIN İKLİMİNİ, BİTKİLERİNİ, HAYVANLARINI, KURTLARINI, SİLAHLARINI, ÖLÜMLERİNİ.
8. TANRIYA OLAN İNANCINI YİTİRDİNSE, İNSANLARA İNAN. TANRIYA GÜVENİN YOKSA, İNSANLARA GÜVEN.
9. BAŞINA NE GELİRSE GELSİN, NERDE OLURSAN OL YAŞAMI SÜRDÜRMEYİ BİL.
10. GEREKSİZ SORULAR SORMA.

Her maddeden sonra ilginç açıklamalar var. İkinci maddenin altına düştüğü notta, Bir okulum var, bu okulun öğrencisi ve öğretmeniyim, cümlesi aklımda kaldı. Benimde bir okulum var, öğrencisi olduğum. Bu maddeleri yazıp başucuma asacağım (O, Ada Yayınları, s,95). Akşama kadar sürdü ders.
İç seslerimizden bahsetti bir sonraki gün ve içimizdeki benlerden. Bir ses, öbür ses, o ses, ilk ses, son ses, inatçı ses, inançlı ses, hepsorusoran ses, ezik ses, üsteleyen ses, kırık ses, dökük ses, o ses, öbür ses, çekip gitmedeki ses, cevap veren ses, duran ses ve yeldesavrulan seslerin konuşmalarından oluşan bir sunum yaptı bize, ya da bir romandı bu anlattıkları Hakkari’ye, Pirkanis’e, orada geçen günlerine ait (Kimse Sel Yayınları, s;7,8).
Üçüncü gün, usta bize Yazmak Eylemi hakkında bilgiler verdi. Birinci, ikinci, üçüncü tekil ve sen, ben kişilerini kullanarak, notlama, yazdırma, akademik, ayrıntıcı, kaygılı, kaçıksı, düşsel farklı anlatım ve üslupla ve teknikle (soru, değilleyerek veya ünlem cümleleriyle) yazılabileceğini anlattı.
Dedi ki, Hadi yazanlarım (yazarlarım diyecek mi bir gün acaba) Bir Toplumsal/ Siyasal Olay Üzerine 101 Çeşitleme yapalım. Belli bir gün, esnafı kepenk kapatmaya zorlayan devrimci (?) bir eylemin sonucu 14 Şubat Perşembe günü, İstanbul’un birçok semtinde dükkanlar kepenklerini açmamıştı, burdan yola çıkarak yazacaksınız metninizi.
Sonra tahtaya metinler karaladı. Yukarda anlattığı tekniklerle farklı farklı metinler. Dersimiz sabahtan akşama kadar sürdü. Ortaya 101 ayrı metin çıkmıştı. Sonra bize şu açıklamayı yaptı;
Düş gücüm (varsa eğer) yalnızca üslupta gösterdi kendini. 101 metin yazdım. 1001 metin de yazabilirdim. Ama sizlere bir olayın, birden çok yazım olanağının olduğunu göstermeye sanırım bu kadarı yeter, şeklinde amacını açıkladı (Yazmak Eylemi, Alfa Yayınları. s;8).
Eve gidince sizler de birer metin yazın bu konuda, diyerek bize ödev verdi. Usta üretti, biz yorulduk. Geç vakit eve ulaştığımda yemek yemeden uyuya kaldığım için bir şey yazamadım.
Ertesi gün atölyeye biraz mahcup gittim. Ama usta sormadı bile yazıp yazmadığımızı. Ödevleri sormadınız diyecek oldum, Olur, zamanı gelince olur, dedi sadece. Sorular sorduk o gün kendisine.
İnandırıcı olmak gerekmiyor mu?
Yazarken mi?
Evet Özellikle yazarken. Özellikle yazarken hiçbir şey gerekmiyor. İnandırıcı olmak ise özellikle gerekmiyor.
Peki ne gerekiyor.
Sözcüklerin sesini dinlemek. Kalemin sesini dinlemek. Ve (tabii) kendi iç sesini dinlemek.
Tümü bu kadar mı?
Hayır. Ama bu kadarı da yeter (Do Sesi. Sel Yayıncılık S;65). O gün bizimle uzun uzun sohbet etti, dilden, ortak dilden, etik değerlerden pek çok şeyden ve ölümden bahsetti.
Bir sonraki gün sohbet edeceğiz sanarak kalemi elime almamıştım. Başıyla işaret edince not almaya başladım.
Gerçek bir yazar, hem yazar hem yırtar.
hem yırtar hem yazar
hem yakar hem yazar
hem üfler hem yazar (İnsanlık Halleri. Sel Yayıncılık. s;26)
Altıncı gün bana mı kızdı pek anlamadım, cahillikle ilgili konuştu, konuştu. Daha hiçbir ödev teslim etmemiş olduğum için hak ettiğimi biliyordum. Başımı önüme eğip dinlemekle yetindim.
Cahilin aydını yılda üç kitap okur, diye başladı (alındım, böyle değildim).
Cahil için cahil olmayan herkes ötekidir, dedi (yine alındım).
Doktorasını Sokrates üzerine yapmış cahiller tanıdım, diye ekledi (alıngan günümdeydim, en çok da buna alındım).
Dikkat cahillik bulaşıcıdır, dedi sonra (ona bulaştırmamak için biraz uzaklaştım).
Kim çocuğunun cahil kalmasını istemez ki! dedi muzip bir ifadeyle (güldüm, anladım kızgınlığının bana olmadığını).
Cahil sürekli sözcüklerin anlamlarını değiştirir, diye bitirdi sözlerini (tanıyorum onları diye düşündüm ama ustanın sözünü kesmeye çekindim), (Cahil, Sel Yayıncılık).
Yedinci gün bize varoluşçuluktan bahsetti. Varlık-Yokluk kavramlarını irdeledi. Sartre ve Camus’dan bahsetti.
Küçük değişiklik-
hazırlıklı ilk varolduğundan beri hazırlıklı,
kimselere açılmamış varlık; gizli ağusu bu
artık;
Yokluk.
Yalnızlık
Devam devam
toprak altında da
toprak altında evet
devam devam… (Paraboller Sel Yayıncılık s;47)
Sonraki gün bize, Yazımla çizim içiçedir diyerek bir kitap gösterdi. Kitabın şiirleri Semiha Berksoy’un resimleriyle süslenmişti. Resim ve şiir şöleni yaşadık.

BİRLİKTE isimli şiiri olduğu gibi yazdım defterime.
Yoksul bir kuş gibi
Tünemişim dalına-
Kırık dalına.
Birlikte düşlüyoruz şimdi
Şimdi, bu soğuk gecede
O uzak baharı.

Sonra başka bir şiirindeki

Sen öylesine varsın ki
Ben yok gibiyim (Ah Min-el Aşk. Alfa Yayınları)

Mısraları üzerine uzun uzun konuştuk. Bazı arkadaşlarımız varoluşçuluk, bazıları romantizm, birkaçı ise tasavvuf üzerinden konuyu geliştirdiler.
Dokuzuncu gün, varlık ve yokluğun birlikteliğinden, yok kavramından bahsetti. Değilleme cümleleriyle yazmaktan bahsetti. Değillemelere örnek olarak şunları yazmıştı tahtaya
Anlaşılmak umurunda değildi. Çünkü o hiç kimseyi anlamıyordu. Çeyrek yüzyıldır aynı sözcüklerle yazan yazarlardan bıkmamıştı. Ama gene de okumuyordu onları. Çünkü onlardan öğreneceği hiçbir şey kalmamıştı. Zaten, bu hiçbir zaman olmamıştı (Avara Kasnak. Sel Yayıncılık s;62).
Metni tamamladığında bir öykü oluşmuştu. Değilleyerek anlatım çok etkileyici. Bir gün böyle bir metin yazmaya karar verdim.
Onuncu gün onu biraz farklı bulduk. Nesi olduğunu sorduk. Korkuyorum, dedi. Neyden? dedik.
Bir sürü şey saydı, sonra
Kalemlerden korkuyorum. Parker’imden, tükenmezlerimden, tükenirlerimden, kurşunkalemlerimden, kamışkalemlerimden korkuyorum. Kâğıtlarımdan korkuyorum. Yazmaktan korkuyorum.
Yine saydı, saydı
Kitaplardan korkuyorum, Tevrat’tan , Zebur’dan, İncil’den, Kuran’dan, Das Kapital’den, EccoHomo’dan, Zerdüşt’ten, Varlık ve Hiçlik’ten, Kierkegaard’dan, Spinoza’dan, Sokrates’ten, Eflatun’dan, tümünden tümünden korkuyorum diye devam etti. Biz de korkuyoruz bunlardan dedik. (onu rahatlatmak için değildi. Dahası korkmadığını da biliyorduk). Sonra küçük oğlu gelip elini tuttu, korkma ben varım dedi. (Korkuyorum. Sel yayıncılık)
Yazarın da uzun bir yolculuğa çıkmadan önce bavulunu iyi hazırlaması gerekir. Ve bir sözcüğün içine birden çok anlam yüklemeyi bilmesi, diyerek derse başladı onbirinci gün. Bize kendi ders notlarını çıkardı. İstersek notlar alabileceğimizi söyledi. Not defterindeki Niçin Yazılır başlıklı yazısında şu cümleleri okudum.
Bu arada Niçin yazdığını bilmeyenler de vardır/ Bu notların yazarı daha çok onlardandır/ Bu notlarda Niçin?den çok Nasıl karşılığını/ aramasının nedenlerinden biri de bu olmalı. (Tüm Ders Notları. Sel Yayıncılık s;62)
Neler okuduğumuzdan konuştuk sonra. Sonra bize tavsiyelerde bulundu

Eğer, yalnız kendine yakın
Yazarları, şairleri okuyorsan,
Eğer, karşıtın saydığın yazarları, şairleri okuyup ta, onların doğrularını göremiyorsan,
Kendi küçük dünyanda
Kendini bir dev sanarak
Yaşayıp gidersin.

Sonra geleceğe kalma konusunda bir soru sorduk.

Geleceğe kalmak gibi bir sevdam yok,
Günüme kök salmak istiyorum,
dedi usta bize (Tüm Ders Notları Sel Yayıncılık s; 41).
Onun günümüze kök saldığı gibi geleceğe de kalacağını hepimiz biliyorduk.

On ikinci gün canı ders anlatmak istemiyor gibiydi. Hatta öğretmenden çok dersi kaynatmak isteyen bir öğrenci havasındaydı. Bize bazı mektuplar getirdi. Her birimiz bir mektubu alıp okuyor, diğerine gösteriyorduk. Ustaya soramadığımız pek çok şeyi bunlardan öğrendik. Biz mektupları okurken o da pencereden dışarı bakıyordu. Demir Özlü’ye yazdığı mektuplardan birinde şu satırlar dikkatimizi çekti.
Toplumun, okur/yazar kesiminin, senden, durumun dolayısıyla, beklediği yazdıkların değil, yazamadıkların. Ve hiçbir zaman yazmayacakların.
Bu konuda konuşmak isteyebilir diye mektubu kendisine gösterdim. Çok uzaklardaydı, Stockholm’de, sevgili arkadaşı Demir Özlü’nün yanında.
Birbirlerine dergi, kitap ve yazdıklarını göndermişler. Beslemişler birbirlerini. İkisinin aynı bursa başvurduklarını fark edince Demir Özlü; yanlışlıkla bana verilse dahi sana bırakırım bu bursu, diye yazmış mektubunda. Sonraki mektuplardan Ferit Edgü’ye bir yıllık, Demir Özlü’ye üç aylık burs çıktığını ve bir araya gelme fırsatı için sevindiklerini öğrendik, iki çocukluk arkadaşının. Paris, Berlin, Roma, Kıbrıs seyahatlerini. Tezer Özlü’yü kaybettiklerindeki acılarını okuduk satırlar arasından (Özyurdunda Yabancı Olmak. Demir Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları. Sel Yayıncılık).
On üçüncü gün yine mektup inceleyeceğimizi öğrenince sevindik. Mektupları okurken zamanın nasıl geçtiğinin, havanın kararıvermesinin farkına varmıyorduk. Mektuplaşmaların önemli bir yer tuttuğunu anladım okuduklarımdan. Telefon olmasına rağmen mektubu tercih etmişler (Orhan Duru-Ferit Edgü’ & Yüksel Arslan’a Gençlik Mektupları. YKY) bazen Ferit Edgü’nün bazen Orhan Duru’nun yurt dışında oldukları dönemlere rastlayan zamanlarda yine kitaba, dergiye, ulaşmak için çabaları. Çoğu kez bir kitabın ya da mektubun ellerine geçmesi epey zaman almış. Fax zamanları elle yazdıklarını fakslayarak sürdürmüşler mektuplaşmalarını.
On dördüncü gün Orhan Duru’nun ölümünden duyduğu üzüntüyle yazdığı Rüya, Öte Yakadan Mesajlar gibi yazılarını inceledik. İn isimli öyküsünde varoluşçuluk, varlık, yokluğu konuştuk (Giden Bir Kedinin Ardından. Alfa Yayınları).
On beşinci gün elinde pusulalarla geldi. Ev temizliğine giden kadının, temizliğe gittiği evde Mehmet isimli bir adama yazdığı tek yönlü pusulalardı bunlar. Mehmet abi dolaptaki sütün tarihi geçmiş, içme ölürsün gibi pusulalardan öyküye dönüşen metinlerdi okuduklarımız. Bir ya da iki cümlelik pusulalardan adamın yaşı, işi, yaşadığı mekan, evli ya da bekâr oluşu, kişiliği hakkında tahminlerde bulunmamızı istedi. (Kaza Sözleri ve Öteki Metinler Kırmızı Kedi Yayınevi. s; 59). Eve dönünce whatsapp pusulalarıma umutla baktım. Herhangi bir öykü çıkaramadım.
Sonraki gün, Hadi yazanlarım dedi, bir fotoğraf düşleyelim ve onun hakkında yazalım yazacaklarımızı. Fotoğrafa bakarak yazma çalışması yapmıştık daha önce. Hatta bir edebiyat dergisinin böyle bir uygulaması var. Fotoğrafa bakarak öykü yazıp dergiye gönderiyor ve basılmasını bekliyorsunuz. Böyle bir çalışma olacaktı anladığım.
Yok, dedi sadece bir fotoğraf değil, her güne bir fotoğraf düşleyin ve bu resimlerden adamın veya kadının hayatının öyküsünü okuyalım. Örnek olsun diye Çakır isimli kişiye ait olacağını düşlediği resimlerden oluşturduğu metinleri inceledik. Bizim hiç görmediğimiz o resimler hayali olabilir ama Çakır gerçek, Çakır annesinin mezarı başında, Çakır bit taramasında, Çakır Beyinoğlu’yla, Çakır atıyla, son resimde Çakır’ın atının gözlerindeki hüzün. Çakır gerçek, biliyorum gerçek, Çakır gerçek (Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı. Sel Yayıncılık.)
Daha sonraki gün yazma üzerine bir şey konuşmadık. Bize halı kataloğu gösterdi. Altmış üç adet Karapınar Tülü Halısını anlattı bize. Halı sanatının tarihçesini, yöresel özelliklerini, sembolleri, motifleri, Gobbeh’in kaba demek olduğunu daha bir sürü şeyi öğretti. Dr. Ayan Gülgönen Koleksiyonu diye belirtti usta. Yazmadan, okumadan, sadece ustayı dinledik o gün (Karapınar Tülü Halıları. Ada Yayınları).
On sekizinci gün, Selma Gürbüz’ün sanatı üzerine konuştu. Çizimlerini gösterdi. (Selma Gürbüz İçin Üç Yazı. Sel Yayıncılık). Arkadaşım bu desen ve motiflerin mesajının ne olduğunu sorduğunda, Sanat yapıtının kendisinin dışında bir mesajı yoktur, yaşamın kendisinin de bir mesajı olmadığı gibi, yanıtını aldı Usta’dan. (Şimdi Saat Kaç Sel Yayınları).
Sonra bize Abidin Dino’dan, Uluslararası Gol Filminden, Abidin-Güzin Dino’nun Paris’teki evlerinden, hastalığından, ciğerleri su toplayınca kendisini ciğerlerinde yüzen teknelerle tuvale aksettirdiğinden bahsetti. Abidin, tam bir otodidakttır, kendi kendini yetiştirmiştir, dedi. Dino’nun Edgü’ye yazdığı mektupları okuduk daha sonra (Abidin, Sel Yayıncılık)
On dokuzuncu gün, bugün öykü incelemeleri yapacağız, diyerek başladı derse. Minimal öykü, çok kısa öykü
Bize dönerek bir soru sordu,

İnsanlar ikiye ayrılabilir mi;
Körler ve görenler.
Kuşkusuz evet
Ama bu durumda
Bakanlarla görenleri
İşitenlerle duyanları
Okuyanlarla anlayanları
Ayırmak gerekmez mi?
Sağırlık, körlük birer sakatlık
Ya öbürleri? (Leş-Toplu Öyküler. Sel Yayıncılık. S;249)

Daha sonra görüp görmediğimizi anlamaya çalışırcasına hepimizin tek tek gözlerine bakarak sandalyelerimizin arasında dolaştı.
Öykülerinden bazılarını inceledik. Çığlık, Mirza, Papağan, Kentin Üzerinde Dayanılmaz Koku, Bir Gemide, Kör ve Oğlu, Celladın Ölümü, Dönüş, Leş, Üç Düş/üş isimli öyküleri. Felsefe okuyan arkadaşımla buluştuk akşam, ona anlattım öyküleri, çoğunu biliyormuş. Ders konusu olarak işlemişler üniversitede. Çığlık, bir adamın vicdanı ile ben’inin çatışması diye ekledi. Tez konusu olarak seçmiş. Üzerinde konuşmak için İçerdeki’ni gösterdim,
İÇERDEKİ
Kapıyı siz mi çaldınız?
Beni mi istiyorsunuz?
Ama ben içerdeyim. Ben dışarı çıkamam.
Istesem de çıkamam ben.
Bana izin yok (Leş- Toplu Öyküler. Sel Yayıncılık. S;124)
Bastırılmış benlik dedi.
Sonuncu gün bir arkadaş ustayla yapılan röportajı getirdi sınıfa. Gazetede yazarın, yaratıcı yazarlık atölyelerinin yazar yaratmaya katkısı olmadığı görüşü yer alıyordu. (Ferit Edgü-Süreyya Köle. Röportaj. Birgün Kitap).
O zaman dedik, sizin atölyenizin bize faydası olmayacak mı?
Yoo, dedi olacak. Kitapçılardaki atölyelerin yazar yetiştirme konusunda her zaman çok büyük etkisi vardır. Sizler bu tür bir atölyeye katıldınız.
Hepimizin içi rahatladı. Sonra usta devam etti.
Hemen en yakın kitapçıya koşup yeni bir atölyeye katılın yazarlarım, boş durmayın, daha katılınması gereken o kadar çok yaratıcı yazarlık atölyesi var ki! Her kitap bir atölye.

Zeynep YENEN
12.02.2020

 



Bu haber 482 defa okunmuştur

:

:

:

: